30 Haziran 2013 Pazar

Aşağıdaki metin bir ekşi sözlük entry'mdir. Doğrudan kopyalayıp yapıştırıyorum. Ekşi sözlük'te görmek isteyenler şuradan bakabilirler.

direniş yaraları

başlığı önce "gezi parkı direnişinin açtığı yaralar" gibi bir şey yapacaktım, sonra yok ekonomi, yok kamu malı gibi abuk subuk entryler girerler diye vazgeçtim. böyle daha uygun oldu sanırım, "isyan günlerinde aşk" gibi...

konumuza geçelim.

direniş yaraları gezi parkı direnişi sırasında insanlarda açılan ve en somuttan en soyuta doğru fiziksel, vicdani, akılsal ve ruhsal olarak sıralayabileceğimiz yaralardır. ölen arkadaşlarımız da artık ölümsüz oldukları için vicdani ve akılsal yaralar içinde yerlerini aldılar ve yara izimiz oldular.

fiziksel yaralar:
özellikle kafa ve göz olmak üzere gövdenin çeşitli yerlerinde ve iç organlarda yine çeşitli nedenlerle açılmış yaralardır. bu nedenler arasında hayvanca nişan alınarak ateşlenen gaz fişekleri, plastik mermiler, tomayla sıkılan suyun aşırı tazyiğinden havaya uçma, 10 kişinin bir kişiye girişmesi, jopla darp, eli sopalı-bıçaklı-satırlılar vs. sayılabilir. gözleri gibi organları kaybeden arkadaşlar ve hala yoğun bakımda olanlar dışında kalanların iyileşeceği düşüncesi tesellimizdir.

vicdani yaralar:
silahsız biçimde yalnızca sesini duyurmak için sokağa çıkan yüzbinlerce insana "birkaç marjinal" denerek "vur" emrinin verilmesi; ölenlerin ardından "ama o da taş attı, dışarı çıkmasaymış, zaten yasadışı örgüt üyesiymiş" gibi yorumların yapılması ve öldürenlerin serbest bırakılması; bütün bunlara sebep olan yüksek yerlerde oturanların hiçbir şey olmamış gibi yüzsüzce hala aynı yerlerde oturmaya devam etmeleri; halkın apaçık kasıtlı biçimde %50-%50 olarak ikiye bölünmesi; sokaklar yanarken medyanın belgesel göstermesi, bir de bunların eğitimli maymundan farksız olan muhabirleri ve spikerlerinin olayları "göstericilerin provokasyonu sonucu polis müdahale etti" şeklinde cümlelerle vermesi (bu arada o kendisine bir sıfat bile yakıştırılamayacak muhabire divan otelinin önünde ensesinden şaplağı yapıştırırken "kim tahrik ediyo" diyen arkadaşın elleri dert görmesin, videoyu tekrar izlemek isterseniz diye koyuyorum); revirlere, insanların gazdan kaçmak için saklandıkları apartmanlara, hatta evlerin içine saldırılması; sokak hayvanlarının bütün bunlardan çektiği işkenceler... kim bilir daha neler var unuttuğum. ha bir de bizzat deneyimlediğim şey: polisin çekildiği açıklamasının ardından hep beraber neşeyle ara sokaklardan taksim'e dalmak üzereyken sokağın başında bekleyen polisin üstümüze gaz fişeği atması. savaş halinde bile yapılmayacak şeyler yani...

bunlar vicdani yaralardır ve genel olarak adalet duygusunun incinmesinden kaynaklanır. bir bıçağın keskin tarafını yalayan bir dil imgesini geliyor gözümün önüne. öyle hassas bir dengede durur ki adalet, o dil kanamaz. bunun yara alması, dengesinin bozulması demek, o yaranın adalet duygusu yeniden tesis edilene kadar iyileşmeyeceği anlamına gelir. yani o dil kanayacak. hep tek yönlü, yalnızca bir tarafı kesen bıçak diğer tarafta da makul ölçüde bir kan akıtana veya kan akıttığı, akıtabileceği görülene kadar ortada durmaya ve dili kesmeye devam edecek. yanlış anlaşılmasın, kan filan diyorum ama gözümün önüne gelen imgeden devam ediyorum, o yüzden. yoksa direnişin barışçıl olduğunu hepimiz biliyoruz, ama sabrımızın da vicdanımızın da çok zorlandığı bir gerçek. vicdanın böylesine hunharca yıpratılması her zaman, her yerde öfke ve şiddeti doğurur. belki de amaçları bu, bilemedim.

kısaca bu yaralar da iz bırakan ama iyileşme ihtimali olan yaralardır.

akılsal yaralar:
direniş sırasında çok şekilli biçimde mizahla iyileştirme çabasına girdiğimiz yaralardır. direnişe "dış güçlerin oyunu" denmesi bizzat kendi iradesiyle, yeter demek için sokağa çıkan her yaştan insanı yaraladı. akla hayale gelmeyen çeşitli komplo teorilerini üretip üretip üstümüze atanlar gerçekten bizim hayalgücümüzün sınırlarını zorladı. ama bu zorlanış karşımıza çıkarılan teorilerin yarattığı "akıl tutulması"ndan kaynaklandı. öyle ki karşılarında mantıklı olarak söylenebilecek hiçbir şey yoktu. koşup koşup duvara çarpmak gibiydi bütün diyalog çabaları. çünkü muhatap olunan şekil, hiçbir mantıklı argüman kabul etmiyor, onun yerine ne kadar mantıksız olursa olsun söylenenin kabul edilmesini bekliyordu. bütün bir halkı çocuk olarak gören otoriter bir tavırdan başka ne beklenebilirdi ki zaten? ama yine de her seferinde şaşırdık. her konuşmayla "yok artık bu kadar da olmaz" dediğimiz her şeyin birer birer gerçekleştiğini gördük. cebinde beş kuruşu olmayan öğrenciler "faiz lobisi"ne dönüştü, "dış mihraklar"dan paralar almış olduk, canımızı kurtarmak için sığındığımız camiye "ayakkaplarla" girip bira içmiş ve bir de üstüne grup seks yapmış olduk. telekinezi ile suikast düzenleme girişimlerine kadar vardı olay. bunlar yeterince fantastik zaten. daha "normal" diyebileceğimiz şeyler de var tabi, örneğin valinin sevgi dolu sözcükleri. bütün gün polisten gazı, fişeği yedikten sonra "sizi çok seviyorum, ayağınıza taş değmesin istiyorum, polisimize emanetsiniz" gibi değişik açıklamalara maruz kalınca insan bir nebze deliriyor tabi. ha bir de insanlar ölürken, gözleri çıkarken, gazdan nefes alamaz hale gelirken "kamu malına verilen zarar"dan bahsettiler durdular ya. söylenecek bir şey yoktu, biz de güldük. çok güldük. akıl sağlığımızı korumak için bulduğumuz tek yoldu bu. yoksa aklımızda açılan derin yaranın içinde kaybolmak işten değildi.

her ne kadar bizi cinnet eşiğine getirmiş olsalar da bu yaraların da mizah sayesinde yapılan bir nevi estetik müdahale ile iyileştirilebileceğine inanıyorum.

ruhsal yaralar:
tabi yukarıda saydıklarımın hepsi ruhsal yaralar içine de giriyor. yani bunların toplamı ruhumuzda derin etkiler bıraktı. ama ruhsal yara olarak biraz daha farklı bir şeyi ifade etmeye çalışıyorum. bu sefer tepkisel bir şey değil, yani mücadele ettiğimiz saçmalıkların yaratma kudretinde oldukları bir şey değil. çok daha derinlerde, içimizde oluşan, kendi kendimize etkilendiğimiz bir şey. şöyle ki...

eminim diğer şehirlerde de direniş sırasında benzer şeyler hissedildi. hiç tanımadığımız bir sürü insana karşı duyduğumuz bir kardeşlik, bir dostluk, bir sevgi ve sıcaklıktan bahsediyorum. ancak gezi parkı'nda durum biraz daha farklıydı tahminimce. çünkü orada çok uzun süren bir 15 gün boyunca gece gündüz birlikte yaşama pratiğini deneyimledik. insanlar işlerinden çıkıp eve gidecekleri yerde gezi'ye "dönüyorlardı". birden bire kendiliğinden oluşan bir organizasyonla kendimize bir dünya yarattık. istanbul'un göbeğinde gökyüzüne açılan bir penceremiz vardı. çoğumuz ilk defa bu kadar mutlu, bu kadar yaşam dolu, bu kadar "birlikte" hissetti kendini. kapitalizmin yarattığı yalnız, yalıtılmış tüketici hayatının kırılmasına şahit olduk. her şey bedavaydı bir kere. neye sahip olduğunla değil, nasıl bir insan olduğunla ölçülen yeni bir sosyal düzen vardı bu yaşam içinde. hiç tanımadığımız insanların üstüne battaniyeler örttük ama aslında hepimiz birbirimizi daha derinde olan temel bir noktadan tanıyorduk: biz başka bir dünyanın mümkün olduğuna inanan insanlardık. neyimiz varsa hep birlikte paylaştık. en son çorap dağıtıldığını hatırlıyorum mesela gecenin dördünde yoğun yağan bir yağmurdan sonra ayakları ıslanmış olanlar için. boşuna "şirinler köyü" denmedi gezi'ye. komünist bir yaşam biçiminin nasıl olabileceğini yaşayarak öğrendik.

gerçekten de orada 15 gün boyunca yaşananlardan bir sürü roman, şiir, oyun, film vs. çıkacağına inanıyorum. elbette bilimsel makaleler de olacak ama fransız kültür'ün kapısına yazılan grafitti gibi, teoriden, planlı bir oluşumdan çok şiir hakimdi sokaklara. sokaklarda şiir yazılıyordu yaşam pratiğiyle. öylesine kendiliğinden, öylesine ilham verici. insanlığı hiç bir zaman sevmemiştim, umudum da yoktu insanlardan yana ama bu deneyim aslında yaşama kapasitemizin sandığımızdan ne kadar fazla bir şey, ne kadar farklı bir şey olabileceğini gösterdi hepimize.

işte aslında insanlık tarihi kadar eski olan ruhsal yaramız burada açıldı. bu yara iyileşmeyecek. bu da iyi bir şey. asla bize sunulan hayatla yetinemeyeceğiz çok başka bir şeyi yaşama imkanına kısa bir süre de olsa tanık olduğumuz için. gezi'de gökyüzüne doğru açtığımız küçük pencere hepimizin ruhunda artık. o küçük pencereden bakıyor dünyaya artık ruhumuz. yırtıldık ve şimdi yaramızın içinden bakıyoruz dünyaya. en çok önemsenmesi gereken de bu bence. hem entelektüel hem duygusal olarak çöle dönüşmüş olan bir dünyada büyüdük hepimiz. ne devrimler çağını gördük, ne sanayi devrimini yaşadık, ne dünya savaşlarının atmosferini kokladık, ne de 68 kuşağı gibi büyük toplumsal hareketlere tanıklık ettik... böyle gelmiş, böyle gidere inanıyorduk umutsuzca. bir filozof* "çölden geçmek sorun değildir, asıl sorun çölde büyümektir" der. ben de buna inanıyordum. ama gezi direnişi ile çölde büyümüş bütün bir neslin nasıl çölü reddebileceğini, hayatı bir anda bütün yönleriyle nasıl yeşillendirebileceğini gördüm. kolektif bir yaratımın tam ortasındaydık hepimiz.

gezi parkı gerçek anlamda bir olaydı. sürekliliğe sahip olması beklenemez elbette. ama bu olay sayesinde bağlantı kurduğumuz şey kapitalizmden de, mevcut sosyal düzenden de çok daha eski, çok daha derinde olan bir şey. ruhumuzdaki bu yara yaşamın derinliğine doğru açıldı. yaşamın varlığının dünyadan da eski olan ilkelerine doğru açıldı. zamanın kendisine, yaratımın kendisine doğru açıldı. işte tam da bu yarayı kanattıkça, onu canlı tuttukça atıllığımızdan silkinip, yaratmaya geçeceğiz. bu yara ile gerçek anlamda yaşıyor olacağız hepimiz.

son olarak bana bu başlığı açma fikrini veren ve bütün bir etiği kapsayan joe bousquet'nin sihirli mısralarını anmak istiyorum: yaralarım benden önce de vardı, ben onları bedenimde taşımak için doğmuşum.

kısaca: yaralarımıza sahip çıkalım.
-------------------------------
bandista'dan çok sevdiğim bir şarkı da buna eşlik ederse güzel olur diye düşündüm. ulus baker!

3 Mayıs 2013 Cuma

Uzun zamandan beri şu adreste İngilizce yazılarla blogger'ı kullanıyorum ama bu blog, özel olarak Türkçe yazabilmek için açtığım bir blogdur. İlk olarak yüksek lisans tezimle başlamak istedim.
Gilles Deleuze felsefesiyle ilgilenenler için: Gilles Deleuze ile Bir Karşılaşma
Buyrun...