3 Kasım 2017 Cuma

1.

Tekdüzeliğin ağırlığı en çok bu sahil kasabasında hissediliyordu, öyle ki yerçekimi boyun eğerek yerini bu ağırlığa bırakmıştı. Boyun eğmek lafın gelişi-insanın görüşü tabi; aslında yalnızca, sanılanın aksine değişmez olmayan doğa kanunlarının olağanüstü koşullar altında eğilip bükülmesi söz konusuydu. Bu küçük kasaba, dünyanın kütle kuvvetini dahi kendi merkezine çekebilecek kadar güçlü bir tekdüzelik ivmesi üretiyordu, dünya da onu kendi kuvvet alanından ayırıp bağımsız kılarak kendini koruyordu sadece. Yani dünyayla bu kasaba arasında bir kuvvet çatışması değil, bir kuvvet ayrışması yaşanıyordu. Kuvvetler de sanılanın aksine her zaman çatışmazlar. Birbirlerinin içine girer, çıkar, kopar, kesilir, ayrışırlar. Hatta kuvvetlerin en çok yaptığı şeydir ayrışma. Ama bütünleştirmeyi huy haline getirmiş insan duyularının gözlemleyemeyeceği boyutlarda gerçekleşir bu genelde. O yüzden varlığına inanılmaz. Bu kasabada da inanılmıyordu. Zaten fiziksel kuvvetler de kahvede herhangi bir zamanda konuşulmuş bir konu olmamıştı.

Kasabada yaşayan insanlar durumlarının istisnailiğinin farkında değildi, çünkü pratikte onlar için değişen pek bir şey yoktu. Yalnızca nadir de olsa dışarıdan gelen insanları gördüklerinde onlara kıyasla oldukça tıknaz ve eciş bücüş olduklarını fark etmeleri beklenebilirdi, ama bu da gerçekleşmiyordu çünkü kasabalılığın kazandırdığı doğal algı için tuhaf olan her zaman dışarıdan gelenlerdi. Dışarıdan gelenlerse kasaba sınırlarından girer girmez önce bir ağırlık altında sersemliyor, sonra bunun deniz-güneş-kum üçlüsünün yarattığı tatil atmosferinden kaynaklandığını düşünüp fazla sorgulamıyorlardı. Kaldıkları süre de kısa olunca bu olağanüstü olayın her an gerçekleştiğinin herhangi biri tarafından fark edilmesi mümkün olmuyordu.

Ahmet de doğma büyüme buralıydı ama kendini bildi bileli onu çevresinden ayıran bir şeyler vardı. Hemen göze çarpan farklılığı diğerlerine kıyasla güzel olmasıydı. Ne diğerleri gibi tıknazdı, ne de eciş bücüş. Hatta durgun bir göl gibi sakin bir hüzünle parıldayan gri gözleri, çıkık elmacık kemikleri, tam ortada boyun eğmeyen bir asaletle duran hafif kemerli burnu ve ince çizgilerden oluşan yara gibi ağzıyla yüzü oldukça etkileyici sayılabilirdi. Yüzünden aynı anda hem hüzün hem huzur akıyor, bir yandan da alttan alta durdurulamaz bir kaynaşma okunuyordu. Ama tabi dünyanın en olağanüstü olağanlığının yaşandığı ve şiirin tanınmadığı bu kasabada büyüdüğü için kendinde ancak bir tuhaflık, bir uyumsuzluk hissedebiliyordu. İçinde onu iten, harekete geçiren bir şeyler vardı ama dünyasında buna karşılık gelen hiçbir hareket yoktu. Sürekli içten içe kaynıyor ama bir şey yapamıyordu. Aslında her şey tekdüzeliğin kuvvetinin içine sızan başka kuvvetlerin etkisinden kaynaklanıyordu.

Dünyalar – bu kasaba da bu anlamda bir dünyaydı - kendi bütünlüklerini korumak için savaşırken evrenlerin savaşının doğası bambaşkadır. Mesela dünya kendi bütünlüğünü korumak için bu kasabaya kuvvetsel bağımsızlığını vermiş, bu da bu kasabanın kendi bütünlüğünü oluşturmuştu. Dünyaların savaşları çok karmaşık değildir. Biri diğerini yok eder veya biri ötekinden ayrılır veya biri başkasıyla birleşir... Hangi dünyanın ne yaptığını takip etmek kolaydır çünkü kuvvetsel bütünlüklerini, yani kimliklerini ya da kendilerine has renklerini yok olana kadar korurlar. Ama evrenlerin savaşında kuvvetler dönüşüme uğrar, karmaşıklaşır, içsel olarak çoğalır, yani lafın gelişi-insanın görüşü olgunlaşırlar. Dünyalar düzeyinde bazı savaşlar biter, başka savaşlar başlar ama evrenler düzeyinde başı sonu, içi dışı, ucu bucağı olmayan tek bir savaş söz konusudur.

İşte Ahmet’in içine çocukluğunda kimbilir hangi yolla sızmış olan da bu evrenler savaşının kimbilir hangi kuvvetleriydi. Belki bir gece evinin bahçesinde yıldızlı gökyüzüne bakarken çarpılmıştı onlara, belki gözleri gri olduğundan... Bilinmez. Ama sızmışlardı bir kere ve bu sızıntı onu kendisinden çok daha büyük ama ancak kendisi kadar gerçekleştirebildiği sonsuz bir hareketin - bu durumda bir kıvranışın - parçası haline getirmişti. Evet, varoluşu kelimenin tam anlamıyla bir kıvranışa dönüşmüştü o andan itibaren.

Tabi Ahmet'in aklına hiç böyle şeyler gelmemişti. Böyle şeyleri düşünmesine de gerek yoktu zaten. Sadece bir şeyler yapmalıydı. İçindeki hareketten kurtulmak için ona bir gerçekleştirme biçimi gerekiyordu. Ne yapmalı diye düşünürken aklına limon ağacı yetiştirmek geldi. Bu kasabada yetişmeyen tek türün narenciye olduğunu herkes bilirdi. Bunun asıl sebebi narenciyenin ve özellikle de limonun tekdüzeliğin ağır kuvvetini kaldıramayacak kadar hassas olmasıydı; ama tabi bitkilerin hassasiyeti mefhumu da, yaşamın yaratıcı güçlerinin izlerini taşıyan diğer pekçok mefhum gibi bu kasabanın varoluş seviyesini aşan bir şeydi. Tam da bu sebeple, yani burada yetiştirmesinin imkansız olduğu gerçeğinden yola çıkarak bir limon ağacı dikmeyi kafasına koydu. Bu göründüğü kadar sıradan bir girişim olmadığı için uygulama yöntemi de sıradan olmadı. Aslında işin içinde bir ağaç dikmekten çok daha büyük hesaplar, evrenlerin hesapları vardı. Bu hesaplar hiç de insani olmayan hesaplar olduğu için, kendinden çok daha büyük bir hareketin kurbanı olduğu için ve mantık en zayıf halinde her şeye gerekçe yaratabilen bir güç olduğu için, işe tek katlı evinin zeminini kırarak başladı. Madem limon dışarıdaki bahçede yetişmiyordu, onu evin içine dikecek, tüm uygun koşulları oluşturacak ve meyve verene kadar gözü gibi bakacaktı. 

Bütün kasabanın, hatta dünyanın geleceği bir limon ağacına bağlıydı şimdi. Ama limon fidanı ilk diktiği yeri, yani güney cepheli salonu sevmedi. Gördüğü özenli bakıma rağmen bir süre sonra kurumaya başladı. Ahmet vazgeçmedi, vazgeçemezdi. Ona, her şeyi çepeçevre saran sıradanlığın içinde zavallılığa dönüşen içsel hareketine, özünün izine, izinin duygulanımına katlanma gücü veren tek şey bu limon fidanıydı şimdi. Güneybatı cepheli odanın da zemini kırarak bu sefer fidanı oraya dikmeyi denedi. Bu arada işi gücü bırakmış, günlerini fidanla ilgilenerek geçirmeye başlamıştı. Annesi, kızkardeşi onun için endişeleniyor, kasabada delirdiği konuşuluyordu. O hiç umursamadı, çünkü limon ağacında kendisi de dahil kimsenin anlamadığı, anlayamayacağı daha önemli bir şeyler vardı. Günler ayları, aylar yılları kovalarken evin zeminindeki beton tümüyle kırılmış, duvarlar da sallanmaya başlamıştı. Annesiyle kızkardeşi bu sırada içinde yaşanılabilirliği kalmayan evden çıkarak dayısının yanına taşınmış, onu çok sevgili ağacıyla yalnız bırakmışlardı. Fidan da sanki yalnızca tüm bu gayretleri boşa çıkarmamak için kendini zorluyormuşçasına biraz büyümüştü. 

Ahmet’in düşünmesine gerek yoktu demiştik ama böyle anormal bir hareketi neden yaptığını anlaması için belki de biraz düşünse iyi olurdu. Tekdüzeliğin ivmesinden kurtulmak için onu kırmalı, ondan daha büyük bir ivme yaratmalıydı. Evin zeminini kırdıkça tekdüzeliğin sonsuz hızlı hareketini kesintiye uğratıyor, kasabanın fizik kanunlarında giderek genişleyen bir çatlak yaratıyordu. Kasabayı ıraksayan dünya onu yeniden içine katmak için harekete geçmeye başlamıştı daha ilk darbede. Bu ev kasabanın dünyası için bir karadelikti. Karadeliğin merkezinde de bir limon ağacı duruyordu. Ahmet limon ağacına yaklaştıkça hafifliyor, uzaklaştıkça ağırlaşıyordu. Ağaç binbir güçlükle kök saldıkça kendi toprağının kırılgan dengesini çatlatıyordu.

Yıllar sonra bir gün, yine fidana bakarak geçirdiği saatlerin kimbilir kaçıncısında kasabanın yeryüzü, dengesinden çatladı. Limonun kökü o fark edilemez sınıra bir anda erişmiş, kasabanın tekdüzelik ivmesi bir anlığına kesintiye uğramıştı. Açılan görünmez çatlaktan inceden bir ıslık sesi duyulmuştu.


O günden sonra Ahmet’i gören olmadı. Sanki yer yarılmış içine girmişti. Kayboluşunu alıp başını dağlara gittiği, kasabadan ayrılıp şehre kaçtığı, kendini öldürdüğü ya da isimleri söylenmeyen üç harflilere karıştığı gibi birçok rivayet izledi. En popüler olan sonuncusuydu tabi. Arada sırada çoğu yıkılmış eski evden duyulan ince ıslık sesi de, kasabada çocuklara bir korku hikayesi olarak anlatılan bu üç harfliler rivayetini desteklemek için kullanıldı. Oysa o belli belirsiz ıslık sesi, tekdüzeliğin kuvvetlerini alt ederek başka evrenlere giden bir kapı açan Ahmet'in iziydi yalnızca. O yok olmamıştı, hatta yok olmamayı garantiye almıştı. Bu öykü aslında bir başarı öyküsüydü, inatla özünün izini izleyip kendini oluşturan kuvvetlere karışmayı başarmanın ve böylece bir evrene dönüşerek evrenlere katılmanın öyküsü. Ve kasabalı bu öyküyü nasıl korku dolu anlatırsa anlatsın, her nesilde öykünün özünü belli belirsiz hisseden ve kasabanın tekdüzelik kuvvetlerini az çok tahrip eden birkaç güzel çocuk çıkmaya başlamıştı.
x

24 Şubat 2017 Cuma

Haberci

Hep bir başlangıcın imkansızlığı, bir bitişin gerçek dışı boşluğu, bir ortanın dilsizliği...

Dilimi yuttum, ağzım şişti. Yutmak değil kesip atmak gerekiyordu demek ki... Kesip atınca yokluk acımıyor mu sanki? Kendimi içinde bulacağım o mesafeyi de kaybettim. Sadece anlamsız bir düşüş var sürekli. Başı sonu olmayan istemsiz bir hareket. Zeminsiz bir sürükleniş.

Yazmaya mecburum ama ne yazacağımı bilmiyorum. Dil her yöne doğru uzaklaşıyor, ufalanıyor, parçalanıyor, bazen eriyor, bazen sıvılaşıp akıyor parmaklarımın arasından. Bazen bakıyorum parmaklarım da onunla birlikte sıvılaşıyor, kağıda damlıyor. El bile elle tutulur değil artık. Sanki daha önce elle tutulur olduğu bir zaman vardı; çok eski, hiç yaşanmamış bir geçmiş belki... Varlığına inanmadığım anılar içinde görüyorum ellerimi. Sonra o eller bir çuvalın ağzını bağlıyor boğaz köprüsünde, çuvalı aşağı atıyor, içinde ben varım. En azından bu düşüşün bir sonu var. Az sonra karanlık ve soğuk sularda son bulacak her şey.

Ne kadar sürüyor ölmek? Endişeyle merak ediyorum. Ya o dehşette takılıp kalıyorsa insan? Leibniz bunu mu demek istemişti acaba insanların ölmeden önce ne kadarlarsa sonsuza kadar öyle kaldıklarını söylerken? Belki böyle bile dememişti. Şimdi düşerken zaman ne kadar uzuyorsa o kadar spekülasyon yapıyorum. Hala henüz olmamış, ancak olacağı kesin bir şeylerin endişesi... Ölürken bile banallikten kurtulamıyor insan. İnsanların gözlerindeki banal vahşilik örneğin; yabancılığın değil yamyamlığın banalliği. Ellerimde de aynısını gördüm çuvalımı bağlarken. Parçalanmaktan mı kaynaklanıyor bu şiddet? Bir araya gelmek için bu kadar uğraşıp toplanınca birbirini parçalamak ne demek?! Nerede bir insan topluluğu görsem korkuyorum bu yüzden. Her birinin kendine özgü bir ritüeli var. Öğütme, pişirme, salamura yapma... Hep bir çeşit parçalanmayı gerektiriyor ama. Ben hep direndim parçalanmaya. Belki de ondan sonunda kendi kendine ayrıldı ellerim benden. Parçalanmaya direnip insan dünyasında kalmayı sürdüremez kimse çünkü. İnsan dünyası da umrumda olmazdı aslında o olmasaydı. Dilimi yutmam, ellerimi kaybetmem hep onun yüzünden. Anlatmaya, onu tutmaya çalıştım. Beni parçalama diye çok yalvardım. Olmadı. Sıvı hale, gaz hale geçtim. Yine kurtulamadım. Oysa o sadece bir haberciydi. "Parçalanacaksın," dedi ve arkasını dönüp gitti. Haberciden kaynaklanıyordu haber. Haberciyi ikna etsem gerçek değişecekti. Ama o kendisinin yalnızca bir haberci olduğuna inandığından, ne onu ikna edebildim ne gerçeği değiştirebildim. Üstelik kaç zaman önce hiçbir habercinin yalnızca haberci olmadığına ikna edilemeyeceğini de öğrenmiştim. Kim bilir daha önce kaç tanesine ısrarla "haber sensin!" demiştim. Karanlık kadar ikna edici değilim ne yazık ki...

Numen oranım fazla mı kaçmış nedir? Az sonra daha önce kim bilir kaç ölüyü ağırlamış olan boğazın sularında tüm oranlarım dağılacak asla bir hayal-ete dönüşmemek üzere. Belki cıvık-mantarlara katılırım ama. Kim bilir...