23 Aralık 2015 Çarşamba

muğlağa övgü

"2 üssü 2 kafasından kurtul," dedi en son, acayip bir bilimkurgu filminden çıkmış gibi duran bir sürü canlandırmayla hepimizi kısıtlayan bu kafayı anlattıktan sonra. "Dört boyutlu bir kısıtlanmışlık var herkesin kafasında. Ama bu bildiğimiz üç boyut ve dördüncü boyut olarak zamandan oluşmuyor. Her boyuta zaman işlemiş durumda zaten. Çizgilerden değil, kristallerden oluşmuş bir dört boyutlu çokgen düşün. Çizgi diye bir şey yok dünyada. İçi zamanla dolu olmayan bir şey yok."
Gözümün önünde sayısız ve çeşitli boyutlarda, uzunluklarda kristallerden oluşmuş devasa bir yapı belirdi. Oturulmak için yapılmamış barok tarzı bir tahta benziyordu. Birbirinin içine her nasıl olduysa geçmiş olan dev kristaller parlıyordu. Ama gerçekten dört boyutluydu. Tuhaf bir dört boyuttu bu, 2 üssü 2 gibi, iki boylamsal, iki enlemsel düzlem vardı. Boylamsal ve enlemsel düzlemlerin biri küçük, diğer büyüktü, ama büyük olanlar küçüklerin içinde çıkıyor, onlardan yükseliyordu. En önde gibi görünen küçük enlemsel düzlem uzamdı. Diğer küçük enlemsel düzlem kristallerin içindekiyle farklı bir yapıya sahip zamandı. Büyük olanlarsa, bilincin uzamı ve zamanı gibi geldi bana. İki tarafta devasa bir barok yapı, sert çizgileriyle tehdit edici biçimde duruyordu.
"Şimdi," dedi, "ceketini çıkar ve gidip şu yapının iki tarafına as."
"Ama bu mümkün gibi görünmüyor," dedim. "Baksana ne kadar büyük! Ceket orayı kaplamaz ki."
"Dediğimi yap."
Tedirginlikle yapıya yaklaştıkça gerçekten giderek küçüldüğünü gördüm. Burası her neresiyse perspektif oldukça farklıydı, sanki tersinden işliyordu. Yaklaştıkça küçülen yapı hala elle tutulabilecek gibi görünmüyordu. Ama bana, ceketi görünce uysallaşmış, tehdit ediciliğinden eser kalmamış gibi geldi. Ceketi normal bir sandalyenin arkasına asar gibi astım. Şaşırdıkça bunu yapmak daha da kolaylaşıyordu sanki. Garip bir şekilde şaşkınlığımın onun biçimini bozduğunu, onu küçülttüğünü, elle tutulur hale getirdiğini hissettim. Ama bu nasıl mümkün olabilirdi?
"Her şey mümkün, tek anlaman gereken de bu," dedi güven verici bir ses tonuyla. "Bu yapı insan yapısı. Tek sorun insanların bunu bilmiyor olmaları. Ona doğal bir yapıymış gibi davranmaları. O da bunlardan beslendikçe büyüyor, aşılmaz bir duvar, içinden çıkılmaz bir hapishane halini alıyor. 2 üssü 2 derken de bunu kastediyorum. Gerçek olan tek şey orada, arada var olan üs. 2'leri eklemezsen yokmuş gibi duruyor, değil mi? Oysa gerçekte olmayanlar o 2'ler. Gerçekte yalnızca bir var, bir ile üs aynı şeyler. Üs, yani kuvvet her yerde bir anlamlı yani. Bir düşün, tek başına 2 ile ne yapabilirsin? Rakamlar, içinde ancak kaybolabileceğin şeylerdir. Onlar tam olarak şeylerdir. Kendi içinde, durağan, sabit... Onları ancak bir kuvvetle hareketlendirerek canlandırabilirsin. O kuvvet de zamandan başka bir şey değildir. Ama insan aklı zamanı anlamadığı için, anladığı tek şey olan ve malzeme olarak kullanabileceği verileri seçer. Onları ayırır, parçalar, sonra parçaları birleştirir, sağlamasını bile yaparak yeniden bütünü elde ettiğini sanır. Oysa bütün parçaların basitçe yeniden birleştirilmesinde değildir. Daha parçalarken, bizzat parçalayabilme yeteneğinin kendisinde parıldayan bir şey var. Aklın hatası, parçalama işleminin kendisine kör olmasında, parçaların arasını boş sanmasındadır. Bizi hapseden de bu körlük."

Anlıyordum yavaş yavaş. Özgürleşeceğiz diye aklın kölesi olmuş, o tahtın tehdit ediciliğinden korkarak yaşıyorduk. Hareket alanımızın tümünü o taht kaplıyordu. Dışımız daralmış, dışa akıtamadığımız içimiz de boşalmıştı sanki. Oysa boş değildi içimiz, yalnızca bizi biz yapan, bir var oluşa sahip olmamızı, içimizden yaşamın geçmesini sağlayan, içimizde yaşamı üreten o kırığı akla uygun olmadığı için kapatmıştık. Her şeyi aynılaştırmak, biçimselleştirmek, kategorize etmek peşindeydi akıl, bunu da ancak kontrol edemediği o zaman kırığını kapatarak yapabiliyordu. Dünyaya hakim olmak için kendimizi feda etmiştik. Evet, her şey absürttü, yaşam denen şeyin akılla düşününce hiçbir anlamı yoktu. Tüm anlamlar en ufak bir akıl müdahalesiyle yok edilebiliyordu, demek bunlar gerçek değildi. Deli saçması! Naziler de çok akılcılardı örneğin, aklın istediği gibi hüküm sürdüğünde varacağı tek yer ölüm oluyordu doğal olarak. Oysa mucize, aklın iddia ettiği gibi her şeyin anlamsız olmasında değil, bu anlamsızlığın içinden o çok hassas anlamın doğmasındaydı. Anlamsızlığın içinde oyun oynanabilmesindeydi mucize. Oyun ancak anlam yaratarak varolabilen bir şeydi. Bir çocuk belirli bir süre için ebe olduğuna inanmazsa, diğer çocuklarla nasıl ebelemece oynardı? Aslında bu kadar basitti her şey. Mutlak anlamın olmadığını göstermekte son derece başarılı olan akıl, geçici anlamların üretimi konusunda tek kelime söyleyemiyordu. Oysa yaşam sürekli olarak geçici anlamlar yaratıyordu. Tohumdan filizlenen bitki, yumurtadan çıkan civciv, doğumlar, bu doğumlarda oluşan tekillikler olduğu sürece anlam var olacaktı. Tüm evren bir tekilllikti zaten ve akıl, kendi biçimine fazlasıyla inandığı için bunu görmekten acizdi. Deli saçması olan aklın bu fanatikliğiydi.

Her şey parçalanabiliyor evet. Tüm tekillikler dağılıyor eninde sonunda. Ama dağılıyor nasılsa diyerek tekilliklere inanmamak nasıl dehşetli bir korkaklığın ürünüdür? İnsanın kendine inancı nasıl bu kadar yok olmuş olabilir? Şimdi tüm dünyanın acı çekmesine neden olan şu din fanatikliğinin özünün burada olduğu nasıl görülmez? İnsanlar bir mutlak aramıyorlar aslında. Tanrıda buldukları şey, mutlaktan çok daha başka, çok daha değerli bir şey: Bütünlük. Bu bütünlük parçaların birleştirilmesiyle elde edilen bir bütünlük değil. Bu bütünlük, herkesin kendi içinde bulabileceği zamanın çatlağının yarattığı bütünlük. Oluşun bütünlüğü. Ama oluşun bütünlüğünü oluşun parçalarında bulamayız. Parçalara değil, parçaların arasına, ışığın sızdığı yere bakmamız gerekiyor. Oluşun bütünlüğü, Tanrı gibi bir mutlak oluşunda değil, her türlü mutlağı reddedişindedir. Tekilliklerin, yani anlamların sürekli dağılıp yeniden başka tekillikleri, başka anlamları oluşturuşundadır. Yalnızca tek bir anlamda bütündür zaman: muğlak oluşunda. İçinden doğduğumuz, içinde varolduğumuz bu muğlaklıktan neden korkuyoruz? Neden insanların aradıklarının bütünlük olduğunu, bu bütünlüğün zaten her zaman şimdi ve burada olduğunu anlamamakta diretiyoruz? Çünkü en devrimcisinden en muhafazakarına kadar herkeste bir sabitleme isteği var. Hadi muhafazakarın zaten yaşamdan yana olma iddiası yok da, devrimcinin bu ölüm istencini ne yapacağız? Ölüyoruz teker teker, üçer beşer, yüzer yüzer ve hala zamandan, oluştan korkarak kendimizi, metaya indirgediğimiz maddeye kapatıyoruz. Devasa tahtımız bizi sıkıştırıyor kenara, korkumuzdan beslenerek büyüyor ve hala bir ceketin yapabildiği şeyi yapamıyoruz. Birbirimizi temsillerle, dille anlamaya çalışıyoruz. Oysa ancak dilin kırılmalarında, kelimelerin yıkıldığı, içlerinden zamanın geçtiği yerlerde aynı oluşa katıldığımızı, aynı gökyüzünün altında olduğumuzu görebileceğimizi anlamamakta neden ısrar ediyoruz? Felsefe büyük lafların edildiği bir yer değildir. Şiir de "varoluşun estetize edilmesinden" çok başka bir şeydir. Felsefe de, şiir de, sanat da, "şen" bilim de, bizim içimizde o dehşet verici tahta dönüşmüş küçük aklımızla anlayamadığımız, göremediğimiz bir yere işaret eder. Aç kafanı, al şu ceketi at seni sıkıştıran tahtının üstüne, göreceksin ki aklının alamayacağı bir evren var, der hepsi. Aklının almaması da iyidir, kontrol edemezsin, sabitleyemezsin çünkü bu tek anlamlı oluşu. Ama oluşa katılarak oyun oynayabilir, böylece o bütünlüğü içinde hissedebilirsin. İçin-dışın yok zaten, fark iç-dış arasında ya da sen-ben arasında değil. Fark oluşun ta kendisi. Fark verili olanlar arasında, görülebilen bir yerde değil, fark muğlağın yaratımında. Herkes muğlak olana katıldığı ölçüde var. Buna ister Spinoza'nın Tanrısı de, ister Nietzsche'nin ebedi dönüşü, ister Bergson'un süresi, ister Merleau-Ponty'nin chiasm'ı... hepsi oluşun tek anlamlılığında, hepsi zamanın şimdi ve burada olan gelecek kipinde, yani mastar halinde hissedildiği ölçüde aynıdır. Büyük filozofların hiçbiri büyük laflar etmemiştir; hepsi, hissedilebilen ama dilin düzeni kırılmadan kendini açığa çıkarmayan tek gerçeğe, yani oluşa kendi varlıklarıyla işaret etmiştir. Mutlağa değil, muğlağa, muğlağın gerçek güzelliğine övgüdür hepsi. Muğlağın gerçekliğini hissedebilmek için de akla güdüyü davet etmek, arzu makinelerini akılla birlikte kuracakları hassas bir dengede çalışacak şekilde çağırmak gerekir. Akıl tek başına bir hiçtir, ancak arzuyla birlikte çalıştığında, maddesinin bilgisine arzu sayesinde sahip olduğunda üretken olabilir. Oluş da insanı ancak tek bir koşulda yanına alır: Ona inanıp, onunla birlikte kendini sürekli yaratması, sürekli oyun oynayabilmesi koşuluyla. Zaman, küçük akıllarımızla onun içini boşaltmadığımız, doğasını değiştirmeye çalışmadığımız, onu arzuyla kavrayabilmeyi başardığımız sürece hep devrimin yanındadır. Açlığını duyduğumuz bütünlük de bu kesintisiz devrimlerin üzerinde yükselir. Devrim de anlam da zaman da madde de onları mutlaklaştırmaya çalışmadığımız sürece, muğlaklıklarını sevinçle kabul ettiğimiz ölçüde gerçektirler.