16 Nisan 2019 Salı

alıntılar I


Onu baştan sona ele geçiren bu şiddetli duyumsamalardan kurtulmak için gözlerini başka yere çevirmeye, dikkatini başka bir yere vermeye çalıştı. Sağda gözüne bir kürsü ve yine pek alışılmadık bir manzara çarptı. Bu seferki manzara çok daha mütevaziydi ama yine de dikkate değerdi. Bu sefer ortaçağdan fırlamış... hayır, hayır... ortaçağdan zarif ve sessiz adımlarla yürüyerek çıkmış gibi duran bir rahibe vardı karşısında. Kürsü yakutlar ve zümrütlerle süslenmişti ama rahibeye benzeyen bu kadının sakin ve derin bakan gözleri, olağandışı bir mütevazilikle ışıyordu. “Ortaçağın tüm işkencelerinden, insanlığın tüm çirkinlikleri ve vahşetinden saçlarımın bozulmasına izin vermeden geçtim,” der gibiydi ve bunun kibirle ilgisi yoktu. Oysa kibirli olmayı hak edecek kadar güzel bir kadındı da. Uzun, hafif dalgalı, kestane rengi saçları, üstüne örttüğü ipek şalın altından tüm canlılığıyla parlıyor, ay taşlarıyla süslü gümüş kolyesi teninin göründüğü tek yer olan göğüslerinin ortasından aşağıya doğru davetkar biçimde akıyordu. Gözleri değişen kahve tonlarında sıcak sıcak ışıldayan bu kadın, şefkatle dolu cinselliğin vücuda gelmiş haliydi. Görür görmez onu sevdi.


25 Ekim 2018 Perşembe

Rüzgarlı bir gün

Sürekli yaklaşan bir sonun felaket tellalı tüm rüzgarlar. Hep bir ölüm döşeğinde yaşıyoruz. Ne yazsak anlamsız. Ne söylesek boş. Hava da bir acayip zaten. Sanki ruhlarımız buharlaşıp bulutlara karıştı, öbek öbek açık koyu bulutlar altında hep bir yağmur beklentisi... Yağmur ruhlarımızı geri verecekmiş gibi.
Önce nişanlıyı kaybettik, sonra dünyayı. Zamanın ruhu bile yok artık. O da bulutlara karıştı. Daha önce merakla baktığımız, her köşesinde bir sırrın varlığını hissettiğimiz dünya tüm boyutlarından sıyrıldı ve dümdüz önümüze uzandı. Biz dediğimiz içimizdeki seslerdi zaten uzun zamandan beri. Sonra daha kötüsü oldu: Biz "ben"e geriledi, "ben" hiçe.
O sabah tuhaf bir hafiflikle uyandı herkes. Bu hafifliğin ağırlıkla hiçbir ilgisi yoktu. Kütlede bir değişim değildi hissettikleri. Daha ziyade yeryüzü, çekim kuvvetini üzerlerinde kullanacak kadar ciddiye almıyordu onları artık sanki. Kıyamet denilen şey böyle sessizce, onlara aldırmadan geldi geçti...

29 Haziran 2018 Cuma

mesafenin açıları

Ben parmaklarımı Galata Kulesi'ne doladım,
sen elini Haydarpaşa Garı'na dayadın,
mesafemizin küçülen açısında İstanbul'un bilinçdışı.

Balıklar martılarla çay içiyor,
gök denize dönmek istiyor,
deniz göğün baskısıyla ağırlaşıyor.
Bir tek sen, ben, bir de boğazın dibindeki cesetler olup bitenin farkında.

Sonra bir uğultu sarıyor boğazı,
burnumun direğini sızlatan uğultuda
yalnızca senin "leşçil!" çığlığını duyuyorum.
Sonsuzca küçülerek hayal-etimin içine düşüyorum.

Leş acı, leş tatlı, leş hayalimin eti...
Leşle beslenerek yaşamı dolgunlaştırıyorum.
Dolgunlaştıkça göğün baskısı azalıyor,
deniz hafifliyor,
balıklar çay faslından denize dönüyor.

Galata Kulesi büyüyor,
parmaklarım kanıyor,
artık seni görmüyorum.

Kulenin altında kendime bir çay söyleyip
mesafemizin büyüyen açısında dolgunlaşan yaşamı
ve her şeyi yok edecek bir felaketten paçayı nasıl sıyırdığımı
tuhaf bir hafiflikle duyumsuyorum.

O uğultuda bir hakaret değil, bir öneri buldum.
Bana leş yemeyi önerip yaşamı dolgunlaştırmamı sağladığın için
sana minnet duyuyorum.
Hepsi bu.

Havada yalnızca kimyasal bileşiminin kokusu var artık,
deniz iyot, balık sağlık, İstanbul hafif.
Boğaza bakınca cesetleri değil, suyu görüyorum.
Ama hala
şu martılara bir mesafe koymalı diye düşünüyorum.

3 Kasım 2017 Cuma

1.

Tekdüzeliğin ağırlığı en çok bu sahil kasabasında hissediliyordu, öyle ki yerçekimi boyun eğerek yerini bu ağırlığa bırakmıştı. Boyun eğmek lafın gelişi-insanın görüşü tabi; aslında yalnızca, sanılanın aksine değişmez olmayan doğa kanunlarının olağanüstü koşullar altında eğilip bükülmesi söz konusuydu. Bu küçük kasaba, dünyanın kütle kuvvetini dahi kendi merkezine çekebilecek kadar güçlü bir tekdüzelik ivmesi üretiyordu, dünya da onu kendi kuvvet alanından ayırıp bağımsız kılarak kendini koruyordu sadece. Yani dünyayla bu kasaba arasında bir kuvvet çatışması değil, bir kuvvet ayrışması yaşanıyordu. Kuvvetler de sanılanın aksine her zaman çatışmazlar. Birbirlerinin içine girer, çıkar, kopar, kesilir, ayrışırlar. Hatta kuvvetlerin en çok yaptığı şeydir ayrışma. Ama bütünleştirmeyi huy haline getirmiş insan duyularının gözlemleyemeyeceği boyutlarda gerçekleşir bu genelde. O yüzden varlığına inanılmaz. Bu kasabada da inanılmıyordu. Zaten fiziksel kuvvetler de kahvede herhangi bir zamanda konuşulmuş bir konu olmamıştı.

Kasabada yaşayan insanlar durumlarının istisnailiğinin farkında değildi, çünkü pratikte onlar için değişen pek bir şey yoktu. Yalnızca nadir de olsa dışarıdan gelen insanları gördüklerinde onlara kıyasla oldukça tıknaz ve eciş bücüş olduklarını fark etmeleri beklenebilirdi, ama bu da gerçekleşmiyordu çünkü kasabalılığın kazandırdığı doğal algı için tuhaf olan her zaman dışarıdan gelenlerdi. Dışarıdan gelenlerse kasaba sınırlarından girer girmez önce bir ağırlık altında sersemliyor, sonra bunun deniz-güneş-kum üçlüsünün yarattığı tatil atmosferinden kaynaklandığını düşünüp fazla sorgulamıyorlardı. Kaldıkları süre de kısa olunca bu olağanüstü olayın her an gerçekleştiğinin herhangi biri tarafından fark edilmesi mümkün olmuyordu.

Ahmet de doğma büyüme buralıydı ama kendini bildi bileli onu çevresinden ayıran bir şeyler vardı. Hemen göze çarpan farklılığı diğerlerine kıyasla güzel olmasıydı. Ne diğerleri gibi tıknazdı, ne de eciş bücüş. Hatta durgun bir göl gibi sakin bir hüzünle parıldayan gri gözleri, çıkık elmacık kemikleri, tam ortada boyun eğmeyen bir asaletle duran hafif kemerli burnu ve ince çizgilerden oluşan yara gibi ağzıyla yüzü oldukça etkileyici sayılabilirdi. Yüzünden aynı anda hem hüzün hem huzur akıyor, bir yandan da alttan alta durdurulamaz bir kaynaşma okunuyordu. Ama tabi dünyanın en olağanüstü olağanlığının yaşandığı ve şiirin tanınmadığı bu kasabada büyüdüğü için kendinde ancak bir tuhaflık, bir uyumsuzluk hissedebiliyordu. İçinde onu iten, harekete geçiren bir şeyler vardı ama dünyasında buna karşılık gelen hiçbir hareket yoktu. Sürekli içten içe kaynıyor ama bir şey yapamıyordu. Aslında her şey tekdüzeliğin kuvvetinin içine sızan başka kuvvetlerin etkisinden kaynaklanıyordu.

Dünyalar – bu kasaba da bu anlamda bir dünyaydı - kendi bütünlüklerini korumak için savaşırken evrenlerin savaşının doğası bambaşkadır. Mesela dünya kendi bütünlüğünü korumak için bu kasabaya kuvvetsel bağımsızlığını vermiş, bu da bu kasabanın kendi bütünlüğünü oluşturmuştu. Dünyaların savaşları çok karmaşık değildir. Biri diğerini yok eder veya biri ötekinden ayrılır veya biri başkasıyla birleşir... Hangi dünyanın ne yaptığını takip etmek kolaydır çünkü kuvvetsel bütünlüklerini, yani kimliklerini ya da kendilerine has renklerini yok olana kadar korurlar. Ama evrenlerin savaşında kuvvetler dönüşüme uğrar, karmaşıklaşır, içsel olarak çoğalır, yani lafın gelişi-insanın görüşü olgunlaşırlar. Dünyalar düzeyinde bazı savaşlar biter, başka savaşlar başlar ama evrenler düzeyinde başı sonu, içi dışı, ucu bucağı olmayan tek bir savaş söz konusudur.

İşte Ahmet’in içine çocukluğunda kimbilir hangi yolla sızmış olan da bu evrenler savaşının kimbilir hangi kuvvetleriydi. Belki bir gece evinin bahçesinde yıldızlı gökyüzüne bakarken çarpılmıştı onlara, belki gözleri gri olduğundan... Bilinmez. Ama sızmışlardı bir kere ve bu sızıntı onu kendisinden çok daha büyük ama ancak kendisi kadar gerçekleştirebildiği sonsuz bir hareketin - bu durumda bir kıvranışın - parçası haline getirmişti. Evet, varoluşu kelimenin tam anlamıyla bir kıvranışa dönüşmüştü o andan itibaren.

Tabi Ahmet'in aklına hiç böyle şeyler gelmemişti. Böyle şeyleri düşünmesine de gerek yoktu zaten. Sadece bir şeyler yapmalıydı. İçindeki hareketten kurtulmak için ona bir gerçekleştirme biçimi gerekiyordu. Ne yapmalı diye düşünürken aklına limon ağacı yetiştirmek geldi. Bu kasabada yetişmeyen tek türün narenciye olduğunu herkes bilirdi. Bunun asıl sebebi narenciyenin ve özellikle de limonun tekdüzeliğin ağır kuvvetini kaldıramayacak kadar hassas olmasıydı; ama tabi bitkilerin hassasiyeti mefhumu da, yaşamın yaratıcı güçlerinin izlerini taşıyan diğer pekçok mefhum gibi bu kasabanın varoluş seviyesini aşan bir şeydi. Tam da bu sebeple, yani burada yetiştirmesinin imkansız olduğu gerçeğinden yola çıkarak bir limon ağacı dikmeyi kafasına koydu. Bu göründüğü kadar sıradan bir girişim olmadığı için uygulama yöntemi de sıradan olmadı. Aslında işin içinde bir ağaç dikmekten çok daha büyük hesaplar, evrenlerin hesapları vardı. Bu hesaplar hiç de insani olmayan hesaplar olduğu için, kendinden çok daha büyük bir hareketin kurbanı olduğu için ve mantık en zayıf halinde her şeye gerekçe yaratabilen bir güç olduğu için, işe tek katlı evinin zeminini kırarak başladı. Madem limon dışarıdaki bahçede yetişmiyordu, onu evin içine dikecek, tüm uygun koşulları oluşturacak ve meyve verene kadar gözü gibi bakacaktı. 

Bütün kasabanın, hatta dünyanın geleceği bir limon ağacına bağlıydı şimdi. Ama limon fidanı ilk diktiği yeri, yani güney cepheli salonu sevmedi. Gördüğü özenli bakıma rağmen bir süre sonra kurumaya başladı. Ahmet vazgeçmedi, vazgeçemezdi. Ona, her şeyi çepeçevre saran sıradanlığın içinde zavallılığa dönüşen içsel hareketine, özünün izine, izinin duygulanımına katlanma gücü veren tek şey bu limon fidanıydı şimdi. Güneybatı cepheli odanın da zemini kırarak bu sefer fidanı oraya dikmeyi denedi. Bu arada işi gücü bırakmış, günlerini fidanla ilgilenerek geçirmeye başlamıştı. Annesi, kızkardeşi onun için endişeleniyor, kasabada delirdiği konuşuluyordu. O hiç umursamadı, çünkü limon ağacında kendisi de dahil kimsenin anlamadığı, anlayamayacağı daha önemli bir şeyler vardı. Günler ayları, aylar yılları kovalarken evin zeminindeki beton tümüyle kırılmış, duvarlar da sallanmaya başlamıştı. Annesiyle kızkardeşi bu sırada içinde yaşanılabilirliği kalmayan evden çıkarak dayısının yanına taşınmış, onu çok sevgili ağacıyla yalnız bırakmışlardı. Fidan da sanki yalnızca tüm bu gayretleri boşa çıkarmamak için kendini zorluyormuşçasına biraz büyümüştü. 

Ahmet’in düşünmesine gerek yoktu demiştik ama böyle anormal bir hareketi neden yaptığını anlaması için belki de biraz düşünse iyi olurdu. Tekdüzeliğin ivmesinden kurtulmak için onu kırmalı, ondan daha büyük bir ivme yaratmalıydı. Evin zeminini kırdıkça tekdüzeliğin sonsuz hızlı hareketini kesintiye uğratıyor, kasabanın fizik kanunlarında giderek genişleyen bir çatlak yaratıyordu. Kasabayı ıraksayan dünya onu yeniden içine katmak için harekete geçmeye başlamıştı daha ilk darbede. Bu ev kasabanın dünyası için bir karadelikti. Karadeliğin merkezinde de bir limon ağacı duruyordu. Ahmet limon ağacına yaklaştıkça hafifliyor, uzaklaştıkça ağırlaşıyordu. Ağaç binbir güçlükle kök saldıkça kendi toprağının kırılgan dengesini çatlatıyordu.

Yıllar sonra bir gün, yine fidana bakarak geçirdiği saatlerin kimbilir kaçıncısında kasabanın yeryüzü, dengesinden çatladı. Limonun kökü o fark edilemez sınıra bir anda erişmiş, kasabanın tekdüzelik ivmesi bir anlığına kesintiye uğramıştı. Açılan görünmez çatlaktan inceden bir ıslık sesi duyulmuştu.


O günden sonra Ahmet’i gören olmadı. Sanki yer yarılmış içine girmişti. Kayboluşunu alıp başını dağlara gittiği, kasabadan ayrılıp şehre kaçtığı, kendini öldürdüğü ya da isimleri söylenmeyen üç harflilere karıştığı gibi birçok rivayet izledi. En popüler olan sonuncusuydu tabi. Arada sırada çoğu yıkılmış eski evden duyulan ince ıslık sesi de, kasabada çocuklara bir korku hikayesi olarak anlatılan bu üç harfliler rivayetini desteklemek için kullanıldı. Oysa o belli belirsiz ıslık sesi, tekdüzeliğin kuvvetlerini alt ederek başka evrenlere giden bir kapı açan Ahmet'in iziydi yalnızca. O yok olmamıştı, hatta yok olmamayı garantiye almıştı. Bu öykü aslında bir başarı öyküsüydü, inatla özünün izini izleyip kendini oluşturan kuvvetlere karışmayı başarmanın ve böylece bir evrene dönüşerek evrenlere katılmanın öyküsü. Ve kasabalı bu öyküyü nasıl korku dolu anlatırsa anlatsın, her nesilde öykünün özünü belli belirsiz hisseden ve kasabanın tekdüzelik kuvvetlerini az çok tahrip eden birkaç güzel çocuk çıkmaya başlamıştı.
x

24 Şubat 2017 Cuma

Haberci

Hep bir başlangıcın imkansızlığı, bir bitişin gerçek dışı boşluğu, bir ortanın dilsizliği...

Dilimi yuttum, ağzım şişti. Yutmak değil kesip atmak gerekiyordu demek ki... Kesip atınca yokluk acımıyor mu sanki? Kendimi içinde bulacağım o mesafeyi de kaybettim. Sadece anlamsız bir düşüş var sürekli. Başı sonu olmayan istemsiz bir hareket. Zeminsiz bir sürükleniş.

Yazmaya mecburum ama ne yazacağımı bilmiyorum. Dil her yöne doğru uzaklaşıyor, ufalanıyor, parçalanıyor, bazen eriyor, bazen sıvılaşıp akıyor parmaklarımın arasından. Bazen bakıyorum parmaklarım da onunla birlikte sıvılaşıyor, kağıda damlıyor. El bile elle tutulur değil artık. Sanki daha önce elle tutulur olduğu bir zaman vardı; çok eski, hiç yaşanmamış bir geçmiş belki... Varlığına inanmadığım anılar içinde görüyorum ellerimi. Sonra o eller bir çuvalın ağzını bağlıyor boğaz köprüsünde, çuvalı aşağı atıyor, içinde ben varım. En azından bu düşüşün bir sonu var. Az sonra karanlık ve soğuk sularda son bulacak her şey.

Ne kadar sürüyor ölmek? Endişeyle merak ediyorum. Ya o dehşette takılıp kalıyorsa insan? Leibniz bunu mu demek istemişti acaba insanların ölmeden önce ne kadarlarsa sonsuza kadar öyle kaldıklarını söylerken? Belki böyle bile dememişti. Şimdi düşerken zaman ne kadar uzuyorsa o kadar spekülasyon yapıyorum. Hala henüz olmamış, ancak olacağı kesin bir şeylerin endişesi... Ölürken bile banallikten kurtulamıyor insan. İnsanların gözlerindeki banal vahşilik örneğin; yabancılığın değil yamyamlığın banalliği. Ellerimde de aynısını gördüm çuvalımı bağlarken. Parçalanmaktan mı kaynaklanıyor bu şiddet? Bir araya gelmek için bu kadar uğraşıp toplanınca birbirini parçalamak ne demek?! Nerede bir insan topluluğu görsem korkuyorum bu yüzden. Her birinin kendine özgü bir ritüeli var. Öğütme, pişirme, salamura yapma... Hep bir çeşit parçalanmayı gerektiriyor ama. Ben hep direndim parçalanmaya. Belki de ondan sonunda kendi kendine ayrıldı ellerim benden. Parçalanmaya direnip insan dünyasında kalmayı sürdüremez kimse çünkü. İnsan dünyası da umrumda olmazdı aslında o olmasaydı. Dilimi yutmam, ellerimi kaybetmem hep onun yüzünden. Anlatmaya, onu tutmaya çalıştım. Beni parçalama diye çok yalvardım. Olmadı. Sıvı hale, gaz hale geçtim. Yine kurtulamadım. Oysa o sadece bir haberciydi. "Parçalanacaksın," dedi ve arkasını dönüp gitti. Haberciden kaynaklanıyordu haber. Haberciyi ikna etsem gerçek değişecekti. Ama o kendisinin yalnızca bir haberci olduğuna inandığından, ne onu ikna edebildim ne gerçeği değiştirebildim. Üstelik kaç zaman önce hiçbir habercinin yalnızca haberci olmadığına ikna edilemeyeceğini de öğrenmiştim. Kim bilir daha önce kaç tanesine ısrarla "haber sensin!" demiştim. Karanlık kadar ikna edici değilim ne yazık ki...

Numen oranım fazla mı kaçmış nedir? Az sonra daha önce kim bilir kaç ölüyü ağırlamış olan boğazın sularında tüm oranlarım dağılacak asla bir hayal-ete dönüşmemek üzere. Belki cıvık-mantarlara katılırım ama. Kim bilir...

4 Temmuz 2016 Pazartesi

çözül(eme)me

İnsanlar arasında dolaşıyorum dağlarda, ovalarda, nehir kenarlarında dolaşır gibi. Bana yol gösteren tek şey onlar. Bir haritam ya da pusulam yok. Bazen her şey o kadar net okunur oluyor ki anladığıma seviniyorum. Cin Ali kitaplarına bakar gibi... "Ali topu tut." Sonra birden her şey birbirine karışıyor, resimler yer değiştiriyorlar, birbirlerinin içine giriyorlar. Ali topu tutarken bir bakıyorum ki ne Ali var ne top. Baktığım resimde yalnızca simgeler var. Çin alfabesi gibi. Neyi ifade ettiğini bilmeden anlayamıyorsun. Ama ben bir tek Latin alfabesinden anlarım diyorum, bu sefer inadına cümle kuruyorlar. Cümle içinde olursa daha iyi anlarmışım gibi sanki. Yan yana bir sürü anlamsız simge! Arada bir el topu tutuyormuş gibi mi geldi yoksa? Bunun anlamı Ali'nin topu tutmasından başka bir şey midir? Sonra yine her şey birbirine karışıyor. Bir bakıyorum iki çöp adam ip atlıyor. "Ali ip atla!" Basit çizgilerden başka bir şey yok. Bir önceki sahne sanki hiç yaşanmamış gibi... Ali sen ne yapıyorsun, diye soruyorum. "İp atlıyorum," diyor. Kurduğu bir nesne bir yüklemden oluşan bu kısa cümle içinde sesinin tonu, vurgulaması bin kere değişiyor. Bir cümlenin bir kerede bu kadar çeşitli şekillerde söylenebiliyor olmasına şaşırıyorum. Sonra çöp adamlar yine hareket etmeye başlıyorlar. Elimdeki ilkokul kitabı sanki her baktığımda değişiyor. Ali, diyorum, bak gel anlaşalım, ipin bir ucundan ben tutayım, sen atla ya da topu tutmaktan sıkıldıysan at bana, top oynayalım ama böyle yapma, alfabeni öğret bana. Ali sürekli ben yokmuşum gibi davranıyor. Ali'ye bu yüzden mi cin diyorlar acaba? Ona cin diyen kim? O insanla bir tanışsam diyorum, belki de tüm bunların sebebini o biliyordur diye... sorarım söyler diye...

İnsanların arasında dolaşıyorum dedim ya. Soruyorum, Ali'ye niye cin diyorsunuz? Birkaç cümle kuruyorlar. Ama her cümlenin sesi kendi içinde bin parçaya bölünüyor, bozuk bir kaset dinliyorum sanki. Hepsi Ali gibi konuşuyor. Sesler, vurgular birbirine karışıyor. Hiçbir şey anlamıyorum. Şimdi o duyduğum sesler de Ali'nin bana kağıt üstünde yaptığı oyuna benziyor. Herkes bilmediğim dillerde konuşuyor ya da aslında onlarda dil diye bir şey yok belki, sadece ses çıkarıyorlar. İnsanların kafalarında dolaştıkça... buraların dolaşılacak yerler olmadığını anlıyorum. Dağlar, ovalar, nehir kenarları gibi değiller. Ayağını bir yere basamıyorsun, önünü arkanı göremiyorsun. Atomlarına ayrılmışlar gibi sanki. Bir birleşseler sudan havaya, ekmekten taşa kadar, zirvesi bulutlarla kaplı muhteşem dağlardan köpük dalgalar yapan denizlere kadar her şey olabilen bu küçük parçalar... inadına birleşmiyorlar. Boşlukta asılı bile değilim. Düşünün artık. Yalnızca boşluktayım. Her şeyin atomlara ayrıldığı bu garip yerde ben nasıl birleşik kalıyorum, diye soruyorum kendime. Ben buralarda ben olarak nasıl dolaşıyorum yani? Bir bakıyorum arkamda bir film şeridi uzanıyor binlerce karesiyle. Karelerin herbirinde ben varım ve yine o boşlukta duruyorum. Birinde gülüyor, diğerinde ağlıyorum. Etrafımda parça parça atomlar... Demek ki ne dağ olmuş, ne deniz... Bunlar hep böyle birbirlerinden ayrılarmış. Peki şimdi ne oldu da gerçek hallerini görebildim? Ya da acaba bunların hepsi bir rüya mı? Başıma bir ağrı giriyor. İşte gerçek bir şey! Başım ağrıyor. Uyanacağım herhalde, diyorum. Gözümü bir açıyorum. Boşlukta kuyruğumdaki film şeridine asılı dururken buluyorum kendimi. Dalga dalga üzerime gelen denizi, güneşin sıcaklığının kemiklerime işlediği kumsalı özlüyorum...

12 Şubat 2016 Cuma

karain'in hayal-etleri

Karain’in hayal-etleri
Gündüz hayal
Gece ettirler
Mağaranın karanlığı gecenin aydınlığını bastırırken
Gündüz eti hayal eder
Gece hayallerini yerler

Karain’in hayal-etleri cahildir
Bilmezler yerin yüzünün kalın olduğunu
Hayal ettir
Bilinç ten
Hayallerini yemek için eti tenden ayırıp
Yeryüzünün derisini canlı canlı yüzerler


Karain'in hayal-etleri korkaktır
Teni etten sıyırdıklarında bir bakarlar ki yoklar
Yok-lukları açlıkları demektir, dehşettir
Gündüz mağara duvarlarına korkularını çizer
Korkularıyla tenlerini kalınlaştırır
O gecenin ziyafetini böyle hazırlarlar

Karain'in hayal-etleri
Kalınlaşmış tenlerini hazmedemez kusarlar
Gündüz olur, mağara kokar
Kokunun nereden geldiğini anlamadıklarından, onu görünmez düşmanları ilan ederler
Duvarlara bu sefer vahşi savaş sahneleri çizip
O gece yiyecekleri teni de böyle kalınlaştırırlar