4 Temmuz 2016 Pazartesi

çözül(eme)me

İnsanlar arasında dolaşıyorum dağlarda, ovalarda, nehir kenarlarında dolaşır gibi. Bana yol gösteren tek şey onlar. Bir haritam ya da pusulam yok. Bazen her şey o kadar net okunur oluyor ki anladığıma seviniyorum. Cin Ali kitaplarına bakar gibi... "Ali topu tut." Sonra birden her şey birbirine karışıyor, resimler yer değiştiriyorlar, birbirlerinin içine giriyorlar. Ali topu tutarken bir bakıyorum ki ne Ali var ne top. Baktığım resimde yalnızca simgeler var. Çin alfabesi gibi. Neyi ifade ettiğini bilmeden anlayamıyorsun. Ama ben bir tek Latin alfabesinden anlarım diyorum, bu sefer inadına cümle kuruyorlar. Cümle içinde olursa daha iyi anlarmışım gibi sanki. Yan yana bir sürü anlamsız simge! Arada bir el topu tutuyormuş gibi mi geldi yoksa? Bunun anlamı Ali'nin topu tutmasından başka bir şey midir? Sonra yine her şey birbirine karışıyor. Bir bakıyorum iki çöp adam ip atlıyor. "Ali ip atla!" Basit çizgilerden başka bir şey yok. Bir önceki sahne sanki hiç yaşanmamış gibi... Ali sen ne yapıyorsun, diye soruyorum. "İp atlıyorum," diyor. Kurduğu bir nesne bir yüklemden oluşan bu kısa cümle içinde sesinin tonu, vurgulaması bin kere değişiyor. Bir cümlenin bir kerede bu kadar çeşitli şekillerde söylenebiliyor olmasına şaşırıyorum. Sonra çöp adamlar yine hareket etmeye başlıyorlar. Elimdeki ilkokul kitabı sanki her baktığımda değişiyor. Ali, diyorum, bak gel anlaşalım, ipin bir ucundan ben tutayım, sen atla ya da topu tutmaktan sıkıldıysan at bana, top oynayalım ama böyle yapma, alfabeni öğret bana. Ali sürekli ben yokmuşum gibi davranıyor. Ali'ye bu yüzden mi cin diyorlar acaba? Ona cin diyen kim? O insanla bir tanışsam diyorum, belki de tüm bunların sebebini o biliyordur diye... sorarım söyler diye...

İnsanların arasında dolaşıyorum dedim ya. Soruyorum, Ali'ye niye cin diyorsunuz? Birkaç cümle kuruyorlar. Ama her cümlenin sesi kendi içinde bin parçaya bölünüyor, bozuk bir kaset dinliyorum sanki. Hepsi Ali gibi konuşuyor. Sesler, vurgular birbirine karışıyor. Hiçbir şey anlamıyorum. Şimdi o duyduğum sesler de Ali'nin bana kağıt üstünde yaptığı oyuna benziyor. Herkes bilmediğim dillerde konuşuyor ya da aslında onlarda dil diye bir şey yok belki, sadece ses çıkarıyorlar. İnsanların kafalarında dolaştıkça... buraların dolaşılacak yerler olmadığını anlıyorum. Dağlar, ovalar, nehir kenarları gibi değiller. Ayağını bir yere basamıyorsun, önünü arkanı göremiyorsun. Atomlarına ayrılmışlar gibi sanki. Bir birleşseler sudan havaya, ekmekten taşa kadar, zirvesi bulutlarla kaplı muhteşem dağlardan köpük dalgalar yapan denizlere kadar her şey olabilen bu küçük parçalar... inadına birleşmiyorlar. Boşlukta asılı bile değilim. Düşünün artık. Yalnızca boşluktayım. Her şeyin atomlara ayrıldığı bu garip yerde ben nasıl birleşik kalıyorum, diye soruyorum kendime. Ben buralarda ben olarak nasıl dolaşıyorum yani? Bir bakıyorum arkamda bir film şeridi uzanıyor binlerce karesiyle. Karelerin herbirinde ben varım ve yine o boşlukta duruyorum. Birinde gülüyor, diğerinde ağlıyorum. Etrafımda parça parça atomlar... Demek ki ne dağ olmuş, ne deniz... Bunlar hep böyle birbirlerinden ayrılarmış. Peki şimdi ne oldu da gerçek hallerini görebildim? Ya da acaba bunların hepsi bir rüya mı? Başıma bir ağrı giriyor. İşte gerçek bir şey! Başım ağrıyor. Uyanacağım herhalde, diyorum. Gözümü bir açıyorum. Boşlukta kuyruğumdaki film şeridine asılı dururken buluyorum kendimi. Dalga dalga üzerime gelen denizi, güneşin sıcaklığının kemiklerime işlediği kumsalı özlüyorum...