22 Ocak 2015 Perşembe

'Ben'in sıvı/katı değişken halleri...

Bir yerdesindir. Orada durursun ve eriyerek akışkan bir hal alırsın. Bir su birikintisi gibi ya da belki sudan daha yoğun olarak düşünülebilecek bir sıvıya dönüşürsün ve miktarın kadar zemine yayılıp oradakilerin özünü içine çekersin. Sonra yeniden, ama bu sefer içine kattığın özlerle birlikte, kiriyle çamuruyla, lezzetlisiyle lezzetsiziyle, renklisiyle siyahıyla (beyaz yoktur aslında çünkü renklerin tümünü belirli bir yerde ve zamanda kapsamak mümkün değildir) daha katı bir hale, hareket edebilecek kadar sabitlenmiş bir birliğe dönüşürsün. Mecbur.

Benim 'ben' diye bildiğim şey budur. Zamanın ne kadarını sıvı halde, ne kadarını katı halde geçirdiğin de, yani hayatındaki sıvı/katı oranı da, en az akışkanlaştığın yerler kadar nasıl bir hayat yaşamaya karar verdiğinle ilgilidir. Özgür irade bu kararda açığa çıkar. Geri kalanıysa sıvılaştığın yerlerde içine çektiğin, emdiğin 'dış' varlıklar tarafından belirlenir. Çöplükte akışkanlaşmaya kalkarsan ruhun zorunlu olarak pis kokar mesela. Elbette doğa açısından pislik, temizlik diye bir şey yok. İnsan varlığına zarar verebilecek şeyler anlamında düşündüğümüzde ortaya çıkar pislik, temizlik. Pislik hasta eder örneğin. Ama herkesi hasta eden şeyler de farklıdır. Bünyeye göre değişir. Bazıları bağışıklık sahibidir, hatta tam da pislikleri içlerine kattıkları için aşılanmışlardır. Onlara bir şey olmaz, hatta güçlendikleri bile söylenebilir. Ama gücün kendisinden beslenmek, tüketim için tüketmektir. O güçle bir şey yapmamak ve güç için güç toplamaya, yani kendini aşılamaya durmaksızın devam etmek... İşte, örneğin Deleuze'ün 'sefil bir yaşam' dediği budur. Bağımlılık: Sürekli ve her yerde akışkanlaşma ihtiyacı... Akışkanlığa doyamamak... Filan. Oysa bazen katılaşmak gerekir yalnızca emdiğin özlerden bir şeyler çıkarabilmek, yeni bir şey yaratabilmek için. Sadece yürüyebilmek, koşabilmek, yüzebilmek için belki. Senin de başkalarının içine katışabilecek bir özü ortaya koyabilmen için mesela...

Sıvı/katı dengesini, yerini ve zamanını sağlam kurmak gerekir kısaca. Kurmak derken aslında burada da bir bilinç göremediğim halde kullanıyorum bu fiili. Sanki halihazırda böyle bir dengemiz var gibi. Ya da belki belirli bir dengeye doğru yöneliyoruz tekil olarak. Bu yönelim olayı kafamı karıştırıyor gerçi. Neden bazılarında katı oranı, bazılarında sıvı oranı fazla? Neden bazılarının akışkanlaştıkları yerler diğerlerine göre bambaşka? Yalnızca koşullarla ya da etkilendikleri belirli olaylarla açıklanamıyor sanki. Spinoza üzerinden düşünmeye çalışırsak, evet, her şey bir ilişkiler yumağı aslında. Ama hemen hemen aynı zamanda, aynı ilişkiler yumağına maruz kalarak büyüyen iki insan arasında yönelimleri açısından bambaşka şeyler çıkabiliyor ortaya. Yani o kusursuz, mutlak iyi kenti kursak da üçüncü tür bilgiye yönelmeyecek insanlar hep olacak... Bu yönelim farkının nereden kaynaklandığı sorusunu şimdilik es geçiyorum. Ama yönelimi önden kabul etsek bile, özgür iradenin o yönelime uygun yaşamak veya yönelimi hiç gidemeyeceği bir yere doğru zorlamak arasındaki kararda kendini gösterdiğini düşünüyorum. Bu noktada aklıma hep Oğuz Atay'ın Hegel hikayesi geliyor. Hani şu kasap Hegel. Asıl Hegel'in arkadaşlarından birinin bir kasabada konakladığı sırada keşfettiği, ismi George Wilhelm Friedrich Hegel olan ve üstelik kasabanın kasaplar birliğinin çıkardığı dergide bir yazı yazarak inceden felsefe yapmaya çalışma gafletine düşmüş bir kasap. Şakacı arkadaşının Hegel'e yapabileceği şakayı düşündüğü zaman hissettiklerini, o içten içe eğlenme duygusunu çok rahat anlayabiliyorum. Hegel'in bu arkadaşı, bu kasabı bir şekilde felsefe yapabileceğine ikna eder ve olaylar gelişir. Kente taşınmasını sağlar önce, sonra üç-beş felsefe dersi almasını... Kasabın üniversitede bir hocalık kadrosu almasına kadar varır olay. Ancak bir gün, kasap Hegel, verdiği bir ders sırasında sanırım, bir sinir krizi geçirir. Bu hayatı kaldıramamıştır çünkü. Çünkü o aslında bir kasaptır, felsefeci filan değil ve yaşadığı hayat onu içinden yıkmıştır. İşte bu hikaye okuduğum anda çarptı bana. Olmadığı bir şeyi olmaya çalışmanın trajedisi (şimdilik bir şey olmanın ya da olmamanın ne olduğu tartışmasına bir tarafa bırakıyorum). Trajikomik bir hikaye.

Zaman zaman bir anda bu hikaye geliyor aklıma ve "acaba" diyorum, "acaba ben de kasap Hegel gibi olmadığım bir şeye mi zorluyorum?" Yönelimi gitmediği bir yöne doğru zorlamak böyle bir şey yani. Yönelimi keşfedip, onun götürdüğü yere doğru gidince yapabileceklerinden, yaratım gücünden mahrum kalmak gibi. Her anlamda kaybediş gibi. Elbette zorladığın yönde de yeni bir şeyler yaratabilirsin, hatta tam da zorladığın için. Tam da o alan, o yer senin ait olduğun yer olmadığı için. Dışarıdan geldiğin için. O zaman bir kaybediş sayılmaz tabi. Neyse, dedim ya bu konuda kafam karışık. Şimdilik sadece 'ben' anlayışında kalalım. Biraz akışkanlık ve katılık üzerine düşünelim... Düşünmek için yazıyorum, okunsun diye değil. Akışkan düşünceler kafanın içinde çıkıp yazıya döküldüğünde, katı bir hal aldığında başka bir şeye dönüşüyor çünkü. Yazıda belirlenen düşünceyle düşünmek, soyut kavramlarla ya da bir pencereden bakar gibi değil, hayata karışarak hayatı anlamaya çalışmak gibi. Yaratım hep dışarıda, hep o belirlenimde sanki...

15 Ocak 2015 Perşembe

Neden Bergson?

Bu konuda "neden olmasın?" sorusundan daha çok şey söylemek gerekir. Ancak nedenin de kolayca açıklanabileceğini sanmıyorum. Kısaca “çünkü Bergson, yaşamın tüm güçlerini felsefesinde etkinleştirmiş bir filozoftur,” diyebiliriz. Ama elbette “yaşamın tüm güçlerini” açıklamak dünyanın en zor ve karmaşık işine girişmek demektir.  

Bergson’u anlamak için Deleuze'ün yöntemini izleyip etrafında dolaşalım ve (aslında benim düşünce coğrafyamı oluşturan) temaları, figürleri, kavramları el yordamıyla, dokunarak tanımaya çalışalım.

Bergson aslında matematik alanından felsefeye geçmiştir. William James onun kırılma noktasının Zeno paradoksu olabileceğini söyler. Bu paradoks özet olarak şöyledir: Kaplumbağa ve Aşil bir yarışa girerlerse ve kaplumbağaya başlangıçta ufacık da olsa bir avantaj verilip, biraz daha önde olan bir başlama noktasından yarışa girmesi sağlanırsa, hızlı bir koşucu olan Aşil’in onu geçmesi mümkün değildir. Çünkü uzay ve zaman, aklımızın bize söylediği gibi sonsuz ölçüde bölünebilirse, Aşil kaplumbağaya verilen başlama noktasına eriştiğinde kaplumbağa o başlama noktasından ileride olacaktır ve bu sonsuza kadar böyle gidecektir. Aşil her zaman aralarındaki mesafenin yarısına kadar ulaşabilecektir. Burada hareket “uzayda birbiri ardına gelen noktaların birbiri ardına gelen anlar içinde doldurulması” olarak anlaşılır. Pratikte işe yarayan böylesi bir kavramsallaştırma, zamanı bölünebilir, parçaları eşit bir şey olarak algılama gerçeğin kendisinden uzaklaşmaya neden olur. Çünkü gerçek yaşamda Aşil kaplumbağaya ulaşır ve onu geçer.

Demek Bergson, yaşamı soyut ve gerçeğe uymayan kavramlarla anlamak yerine başka bir şekilde anlamayı tercih etmiştir. Bergson yaşam dinamizmini, yaşamın içinden, olduğu gibi anlamak ister. Yaşamın dinamizmini onu izleyerek öyle bir anlatır ki insanda bir baş dönmesi yaratır. Bu baş dönmesine de daha sonra tekrar geleceğiz.

Bergson’un diğer bir etkileyici bir özelliği de yaşamın kendine özgü güçlerini anlamaya çalışırken son derece berrak olabilmesidir. Onun tarzı istisnasız herkesi kendine hayran bırakmıştır. Yine William James şöyle diyor Bergson’un tarzı konusunda: “Yakın zamanda Amerikalı bir eleştirmen ‘doğrudan’ bir tarz diye tanımladı, ancak böylesi bir doğrudanlığın, bedenin hareketlerini takip eden esnek ipek bir içlik gibi, herhangi bir buruşuk veya kırışık olmadan düşünceyi takip edebilen bir sözel kaynağın esnekliği anlamına geldiğini görmeyi başaramadı.”

Gerçekten de, yaşamın karmaşıklığını böylesi bir durulukla anlaşılır kılan başka bir filozof daha gelmiyor aklıma. Bergson’a kafamda bu berraklığın yanı sıra sürekli bir ayıklık eşlik ediyor. Bergson’da çok ayık bir algı vardır. Örneğin, “göz, sadece zihnin anlamaya hazır olduğu şeyleri görür” derken bir tür idealizme kaydığı düşünülebilir ancak bu vahim bir yanlış anlama olur. Tam tersi geçerlidir çünkü: Bergson’un mutlak amacı zihni kendi yanılgılarından (sarhoşluklarından) kurtarıp gerçek dünyaya geri getirmektir. Gerçeği ne eksik ne fazla, olduğu gibi anlamak… Bu da düşüncesinin kaçınılmaz olarak bir dinamizm içereceği anlamına gelir.

Ahlakın ve Dinin İki Kaynağı'nda dünyanın makinevari sürecinin kaynaklarının insanın düşündüğünden, hatta düşünebileceğinden daha mistik olduğunu söyler Bergson. Açıkça bir Spinoza yankısı görüyorum ben burada: Bir bedenin neler yapabileceğini bilmiyoruz, hiçbir zaman tam olarak bilemeyiz. Bergson’a göre maddeden uzaklaşmalıdır insan, evet, ancak maddenin içinde olduğu yaşam konusunda daha yüksek bir bilgiye ulaşmak için maddeyi destek olarak kullanmak yoluyla yapmalıdır bunu. Makinevari varoluş gerçek misyonunu, insan maddeye doğru daha fazla eğilmeden ayakta durmayı başardığında bulacaktır.

Demek bir “homo erectus” vardır Bergson’da… Çevresine bakıp yaşamın ne olduğunu kendine sormaya başlayan bir homo erectus. Bu noktada da kaçınılmaz olarak Merleau-Ponty’nin Cézanne’ı geliyor aklıma. Biraz Merleau-Ponty dinlesek?
“Önce ifadeyi kavramsallaştıran ve onu arayan ressam, bir insanın doğada belirişinin, birine her baktığımızda yenilenen gizemini kaçırır. […] Bu yüzden Cézanne’ın insanları tuhaftır, başka bir türden bir yaratık tarafından görülüyorlarmış gibi. Doğanın kendisi, onu canlılara ait duygu birliğine hazır eden özelliklerinden koparılmıştır […] Burası, insanın rahatsız hissettiği ve hiçbir insan coşkunluğuna izin vermeyen yabancı bir dünyadır. […] Onun önündeki görev, birinci olarak bilimden öğrendiği her şeyi unutmak, ikinci olarak bu bilimler üzerinden manzaranın yapısını, yeni doğan bir organizma olarak yeniden yakalamaktı. […]”

Cézanne’ın resimde yaptığını, Bergson da felsefede yapmıştır ve önüne bir şeker küpü koyacak ve onu izleyecek kadar yalın bir benzerlik içinde. “Bir bardak içinde şekerle suyu karıştırmak istersem, şeker eriyene kadar beklemeliyim. Bu küçük olgunun anlamı çok büyüktür.” Bergson’da bir küp şekerden, yaşamın tüm karmaşıklığı içinde nasıl ortaya çıktığını anlamak için onun hareketlerini takip etmeliyiz.

Homo erectus’a geri dönecek olursak, Bergson’un felsefesinin özgürlüğü savunduğunu söylemeliyiz, hem de en radikal haliyle: Yeninin yaratımı biçiminde.

“Eylemimiz bize göre özgür olarak tanımlanıyorsa, bunu sebebi, bu eylemin içinden çıktığı halle ilişkisinin, bir kanun tarafından ifade edilemeyecek olmasıdır çünkü bu ruhsal [psychic] hal kendi türünde eşsizdir ve yeniden gerçekleşmesi mümkün değildir.”

Belirlenim tümüyle olumludur yani, çünkü her belirlenim kendisiyle birlikte bir farkı barındırır. Bireysel (tekil) olanın genel, kategorik, soyut, evrensel vs. olan karşısındaki zaferi… Bergson hep bireyi izler, onun izini sürer çünkü genel olan “gerçeğe çok bol gelen” soyutluklarla doludur. Bergson’la birlikte tüm bireysellikleri oluşturan çokluklarla ilgilenmeye başlarız. Soyut bir kavram, örneğin matematiksel zaman kavrayışı, gerçeğe uymadığı anda onu gerçek adına terk ederiz.

Birazdan daha teknik bir zaman felsefesine gireceğiz Deleuze’le birlikte ancak ondan önce, tam da bu özgürlük meselesinde kısaca Kierkegaard’ı anmak istiyorum. Mezar taşına isim yerine “burada bir birey yatıyor” yazılmasını isteyen Kierkegaard, Deleuze’ün de ara sıra bahsettiği önemli bir filozoftur ve öneminin, her ne kadar genel olarak dinsel çerçevede anlaşılsa da, dinle bir ilgisi yoktur. O daha çok Hıristiyanlık tartışması üzerinden içkinlik düzleminin orada olduğunu gösteren, imkansızın olanağını ifade eden bir filozof olarak önemlidir. İsa, Tanrı’nın oğludur ama insandır. İlahi olan ile yeryüzü, maddi oluş birleşir. İmkansız İsa’yla olanaklı olmuştur. Deleuze, Felsefe Nedir’de ilhamını açıkça Kierkegaard’dan (ve bir ölçüde de Bergson’dan) alarak şöyle diyor:

“Belki de felsefenin yüce eylemi budur: İçkinlik düzlemini düşünmekten ziyade, onun orada olduğunu, her düzlemde düşünülmemiş [düşünülemeyen] olarak var olduğunu göstermek ve onu, düşüncenin dışı ve içi olarak, dışsal olmayan dışı ve içsel olmayan içi olarak düşünmek---düşünülemeyecek olan ancak düşünülmesi gereken, bir zamanlar düşünülmüş olarak düşünmek, bir zamanlar İsa’nın vücuda gelmiş olması gibi ve bunu, o tek seferde, imkansızın olanaklılığını göstermek için yapmak.”

Bu sözler içinde orijinal geçmiş (Bergson), diğer bir deyişle var oluşun düşünce sınırlarını aşan dinamiği (Kierkegaard) Tanrı’nın öldüğü ve maddenin olumsuz bir belirlenime göre anlaşıldığı bir dünyada özgürlük olanağını yeniden yaratabilecek bir güçle kıpırdanıyor sanki… Deleuze’e bir kere daha kulak verelim:

“Bugün, bu dünyaya, bu yaşama inanmak en zor görevimiz haline gelmiş olabilir ya da içkinlik düzlemimizde hala keşfedilecek olan bir var oluş modunun görevi. Empirisit dönüşüm budur (insan dünyasına inanmamak için çok fazla sebebimiz var: Dünyayı kaybettik, bu bir nişanlı [Kierkegaard] veya bir tanrıyı kaybetmekten daha kötü bir şey). Problem gerçekten de değişti.”

Şimdi zamana geri dönelim. Bergson, zamanın mekansal anlayışını, matematiksel kavrayışı terk ettikten sonra Hume’un analizlerini yeniden keşfeder ve Deleuze’e göre bu sürpriz değildir. Saat dördü vurduğunda her vuruş birbirinden mantıksal olarak bağımsızdır, ancak bunları içsel niteliksel bir izlemine “sıkıştırırız” Hume’da. Bergson’daysa süreye karşılık gelen pasif senteze. Zamanın sentezlerini baştan gözden geçirmek gerekli bu noktada:

Birinci zaman sentezi (alışkanlık) zamanı şimdi olarak, geçen bir şimdi olarak kurar. Bir sıkıştırma olarak. Şimdinin paradoksu şudur: Kurulmuş zaman içinde zamanı geçerken kurmak. Yani birinci zaman sentezinin meydana gelebilmesi için, içinde oluşabileceği ikinci bir zamana ihtiyacı vardır. Bu da bizi ikinci bir senteze götürür.

"Birinci zaman sentezi gerçekten de zamanın temelidir" der Deleuze, ancak temelle zemini ayırmak lazımdır. Zeminle (fondement-temellendiren ilke) temel (fondation-baz) arasındaki fark ise şudur: Temel toprakla ilgilidir. Bir şeyin nasıl bu toprakta kurulduğunu, onu nasıl doldurduğunu ve ona nasıl sahip olduğunu gösterir. Oysa zemin daha çok gökten gelir. Zirveden temellere kadar inerek sahip olanı ve toprağı birbirlerine göre bir sahiplik ilişkisi çerçevesinde ölçer. Geçen şimdinin geçmesini ne sağlar, alışkanlık ve şimdi neye aittir, bu soruların cevabı zamanın zemini olacaktır ve bu da bellektir. Bellek alışkanlığa zemin sağlar. Deleuze "Habitus ve Mnemosyne ya da gökyüzünün ve yeryüzünün ittifakı" der buna. Belleğin temeli alışkanlıktır ancak zemini nedir? Başka ve daha derin bir pasif sentez gerekir.

"Şimdi her zaman sıkıştırılmış farktır, ama bir durumda alakasız anları sıkıştırır; diğer durumda sınıra geçerek, kendisi bir rahatlama ve sıkışma barındıran bütünün farklı bir seviyesini sıkıştırır."

Bütün bir geçmişin daha önce olmuş olduğu bir şimdiyle birlikte, aynı anda var olduğunu söylemek demek, hiç bir zaman şimdi olmamış bir geçmişten bahsetmek demektir, çünkü 'sonra' gelmemiştir. Bu da genel olarak geçmiş, saf geçmiş bileşenidir. Üçüncü zaman... Zamanın aşkınsal pasif sentezi.  

Alışkanlık ve belleğin pasif sentezlerinin tekrar ve dağılım bakımından son derece farklı olduğunu vurgulamak önemlidir. Birinde şimdi, alakasız anların en sıkıştırılmış halidir, diğerinde şimdi dediğimizde, tüm bir geçmişin en sıkıştırılmış derecesini anlarız ki bu tüm geçmişin kendisi birlikte var olan bir bütünlüktür.

Ama maddi tekrarla ruhsal tekrar arasında, farkın kendisiyle olan ilişkileri bağlamında fark vardır: Birbirini ardında gelen şimdiler arasında ne kadar büyük bir tutarsızlık olursa olsun, izlenimimiz farklı seviyelerde aynı yaşamı oynadığıdır.

Şimdilerin empirik karakteri, birbiri ardına gelme ilişkileri ve bunlar arasındaki eşanlılıktan oluşurken, numenal karakteri, saf geçmişin seviyeleri arasında birlikte var olma ilişkilerinden oluşur. Ruh göçü denilen şey de buradan gelir. Bergson'un mistisizm geleneği içine dahil edilmesinin en büyük sebebi budur. Ancak görülüyor ki bu, onun bir bilinemezliği savunmasından kaynaklanmıyor. Tam aksine, yaşamı fazlasıyla derinlemesine analiz etmesinden, Deleuze'ün dediği gibi "kaosu dilimleyerek geçen bir düzlem", bir içkinlik düzlemi yaratmasından kaynaklanıyor.

Maddi tekrar yalınken, ruhsal tekrar, yani şimdinin numenal karakteri giyiniktir. Bergson'a göre şimdilerin kendileri arasındaki fark iki tekrar arasındaki farktır. Birinde içinden farkın çıkarıldığı (substract) yalın anların tekrarı söz konusudur, diğerinde farkın dahil edildiği bütünün seviyelerinin tekrarı söz konusudur. Biri yatay, diğeri dikeydir. Biri aktüel, diğeri virtüeldir.

Bergsoncu hipoteze göre yalın tekrar, giyinik tekrarın dış kılıfı (envelope) olarak anlaşılmalıdır. Yani, birbirini tekrar eden anların tekrarı, birlikte var olan seviyelerin en rahatlamış halidir: "Bir rüya olarak madde, veya zihnin en rahatlamış geçmişi olarak madde..."

Deleuze'ün kendi felsefesine kattığı aşkınsal bileşen de budur: Virtüel, yani varlığın kendisi olarak hiç şimdi olmamış, orijinal, saf geçmiş. Deleuze, "Aşkınlık sonsuzun hareketi durdurulduğunda işin içine girer" deyip, her türlü aşkınlığı felsefesinden temizlerken, aşkınsalı, herhangi bir şeye içkin olmayan saf içkinlik, yani virtüel olarak korumuştur. Ona göre Spinoza içkinliğin baş dönmesidir ve "Spinozist bir ilham için herhangi bir zamanda yeterince olgun olabilecek miyiz?" sorusuna "bu, bir kere Bergson'la oldu" yanıtını vermekle yetinir.  

Bergson aşkınsallığın ufkuna dalmıştır. Deleuze Kant'ı, aşkınsallığın ufkuna kadar gelmiş olduğunu, ancak orada geri çekildiğini söyleyerek eleştirir. Burada Kant ile Descartes’ın Cogito’larının farkına bakmak gerekir: Descartes Cogito'yu ancak "Ben"i tek bir ana indirgeyerek, zamanı da Tanrı tarafından gerçekleştirilen kesintisiz yaratım işlemine bağlayarak oluşturabilmiştir. Ben yalın olduğu sürece, bütünlüğünü ilahi olana benzerliğinden aldığı sürece bir kimliğe sahiptir Descartes'ta. 

Kant ise, belirlenmemiş "Ben varım"ın, "Düşünüyorum" ile belirlenebilir olduğu formun zaman olduğunu söyleyerek "Ben"de bir kırılma gerçekleştirmiştir. Deleuze'e göre, aşkınsal felsefenin en büyük başarısı, zamanın formunu düşüncenin içine ekleyerek, "Ben"de bir kırılma yaratmış olmasıdır. Tanrı'nın izi yerine, bir ayırma, bir sınır geçmiştir. Kırılmış Ben, boş ve saf zaman formuyla Tanrı'nın ölümüne sebep olduktan sonra Descartes'ın Cogito'sunun hayatta kalması mümkün değildir. Ama Kant bu aşkınsal ufku aceleyle, Ben'i ve Tanrı'yı aktif sentetik kimlik üzerinden dirilterek doldurmuştur. Tanrı ve Ben pratik amaçlarla yeniden canlandırılmıştır. Çünkü bu kırılma, saf ve boş zaman formu, değişimin en radikal formu olarak korkutucudur. Oysa Bergson paniğe kapılmadan tüm o ayıklığı ve duruluğuyla bu kırılmadan, yaşamı derinden olumlayan fark ilkesini çıkaracaktır.

Platon da benzer biçimde zamanın oynadığı rolü görmüş ve belleği, Mnemosyne'i geçen şimdiye, Habitus'a bir zemin olarak kullanmıştır. Ancak yalnızca iki zaman sentezi olduğunda ve yalnızca zemin vermekle yetinildiğinde zaman dairesel bir form kazanır. Çünkü zemin, zemin oluşturduğu şeye göreli olarak kalır, onun özelliklerini alır ve onun tarafından kanıtlanır. Yani, zamanı düşüncenin içine katmak yerine, hareketi ruhun içine katar. Oysa üçüncü sentez olarak zamanın boş formu, zamanı çivisinden çıkarır. Ona bir tanrı veren kıvrımın dışındaki zaman, boş ve saf zaman formudur. 

Virtüel nesne, mevcut gerçek nesneye göre eksiktir, ama yalnızca bununla kalmaz: Kendisine göre de eksiktir. Her zaman kendisinin yarısıdır ve diğer yarısı eksik olmasının yanı sıra farklıdır. Tam olarak bu noktada bu yokluğun, olumsuzun karşıtı olduğunu söylemeliyiz. Gerçek nesneler bir yerde olmak veya olmamak durumlarıyla değerlendirilirken, virtüel nesneler oldukları yerde olmak VE olmamak özelliğine sahiptirler. "Kendisinin ebedi yarısı, yalnızca olması gereken yerde olmaması koşuluyla olduğu yerdedir." Varlık-yokluk tartışması, virtüel nesnelerin problematik var oluşlarına dönüşür aktüel ve virtüel arasındaki tür farkı sayesinde. Problematiğin varlığı olumsuz değildir der Deleuze.  Olumsuzluk hep sonradan, aktüel olanla birlikte gelir. Fransızca'daki olumsuz cümleden örnek verir: "İstiyorum" anlamına gelen "je veux" cümlesi olumsuz olarak "je ne veux pas" diye kurulur. Burada asıl olumsuz ifade fiilden sonra gelen "pas" ekinde bulunur. "Ne" eki olumsuzluk içermez, aksine boşluk doldurma işleviyle tamamen olumlu olarak değerlendirilir.

Bergsoncu terimlerle söylersek, yokluk, varlıktan türetilmiş bir şey olarak akıldan kaynaklanan “fazla” bir şey barındırır. Mesela bir eyleme şüphe eklendiğinde mantıksal olarak bir şey eklenmiş olur. Yokluk kavramı, gerçeklikten bu yönüyle fazladır. Ama diğer yönden, şüphe eklenmiş bir eylem yarım bir eylem, yarım bir irade olacaktır. Bu anlamıyla da daha azdır. Yokluk, aklın işleyişinin, gerçeğin dinamiğini anlamakta yetersiz kalmasından dolayı azdır. Bergson problemleri belirlemenin felsefede ilk iş olduğunu söyler, problem belirlendiği anda çözülmüş demektir. Yani bir problemi ifade etmek, çözümü basitçe ortaya çıkarmak değil, onu icat etmektir. Ama yanlış problemler “neden yokluk değil de varlık var?” sorusu gibi, varlığın kendisini, başa dönerek bir yokluk olarak yansıtır. Sonuçlarla nedenler karıştırılmaktadır bu yanlış sorularda. Deleuze buna “doğrunun geriye hareketi” der, aktüel olandan virtüele gitmeye çalışmaktadır burada yapılan hata, aradaki tür farkını görmezden gelerek. Aktüel olanda gördüğümüz bozulma, farkın eşitlenmesi vs. böylece yaşamın bütününe yansıtılır ve olumsuzun ruhuna inanılır.

Bergson’da baştan sona olumlu, hareketli, dinamik, üretken, yaratıcı bir evren görürüz kısaca. Virtüel, gerçeğin tüketilemezliğinin ve yaratıcılığının güvencesidir. Zaman sentezlerinin katlarından sızan, taşan, yaşama dolan, kendine kapanan fark… Belirlenimin yaratıcılığı… Bunları, verili olan dünya düzleminde anlayamayız çünkü fark verili olanlarda, maddede, aktüelde iptal olma eğilimindedir. Canlılar ölür, bitkiler kurur, taşlar ufalanır. Bu duruma bakarak yaşamın yeniyi yaratma gücü konusunda karamsarlığa kapılmamalıyız ama. Çünkü yaşam sadece bundan ibaret olsaydı, şimdiye kadar çoktan sona ermiş, hatta hiç var olmamış olması gerekirdi. Var oluşun kendisi, aynı zamanda başka bir boyuta, düzene ait bir şeylerin varlığına işaret eder çünkü gerçek tüketilemezdir.

Kötülük, bu anlamda her şeyi söyleme arzusudur işte. Gerçeği tüketme arzusu… Olgularla, donuk fikirlerle konuşmak… Yanlış anlamayın, kendi anlatamama beceriksizliğime bir kılıf uydurmak için Bergson’u ya da Deleuze’ü kullanıyor değilim :) Ama iletişimin bu anlamda bir terör olduğunu da sıklıkla bizzat yaşayarak hissetmişimdir. Süreci donduran, sabitleyen, aslında bir olay olan anlamın oluşumuna izin vermeyen bir ilişki olan iletişimden bahsediyorum tabi. Deleuze, “entelektüel değilim, çok bilgi sahibi olan insanlara hayranım fakat onları anlayamıyorum, iletişim denilen şey her zaman ya geç ya da erkendir” vs. gibi cümleleri sıklıkla kurar ve ben ona tüm varlığımla katılırım. Gerçeğin tüketilemezliğini hissettiren tek şey duygulanışlardır. Bir filozofu anlamak da, anlatmak da, iletişim denilen bilgi ve olgu alışverişinden ötede, yarattığı düzlemin havasını soluyarak onu solutmaya çalışmakla mümkündür. Belki de sadece gerçekliğin tüketilemez olduğunu savunan filozoflar için geçerlidir bu, diğerleriyle –öyle birileri varsa tabi- hiç ilgilenmediğim için bilemiyorum. Umarım tüm yazdıklarım çok yetersiz ve dağınık olsa da biraz Bergson havası solutabilmişimdir.

Şimdilik son olarak Bergson’dan harika bir alıntıyla, Ahlakın ve Dinin İki Kaynağı’nın kapanış cümlesiyle sonlandıralım konuyu.

"İnsanlar kendi geleceklerinin kendi ellerinde olduğunu yeterince fark etmiyorlar. Onların görevi, öncelikle yaşamaya devam etmek isteyip istemediklerini belirlemektir. Bundan sonra sorumlulukları şuna karar vermektir: Yalnızca yaşamak [nefes alıp vermek] mı istiyorlar, yoksa kendi ergimez gezegenleri üstünde bile olsa, tanrılar üreten bir makina olan evrenin bu esas işlevini yerine getirmek için gereken ekstra çabayı harcamaya niyetleri var mı?”