21 Mayıs 2015 Perşembe

Hegel ile Nietzsche'yi birlikte (bölük pörçük) okumak: Bestimmung'dan Hohe Stimmung'a çeşitli notlar (I)

Genel olarak Hegel konusunda çok kısıtlı olan anlayışımı aldığım bölük pörçük notlarla özetleyeyim önce - Giovanni tarafından Hegel'in Mantık Bilimi kitabı için yazılmış olan önsözden yararlanarak edindiğim kısıtlı anlayış...

Hegel'in önsözünü okurken ilk dikkatimi çeken şey Nietzsche'nin de kullandığı bir sözcük olan Stimmung oldu. Giovanni, Bestimmung'un Almanca'da "belirlenim" ve "çağrı" (anlamı yazgı, misyon, kabiliyet vs. ama aynı zamanda tonalite, ton, ses, iddia, istem vs. şeklinde çeşitlenebiliyor) anlamına geldiğini söylüyor ve ekliyor, "bu da, "varlık" ve "yokluğun" bir belirlenim çağrısı olduğu anlamına gelir: o çağrı onların belirlilikleridir. Veya bir akıl alanı imajına geri dönecek olursak, "varlık" ve "yokluk" birlikte bir keşif alanını tanımlarlar. [...] Yani bu anlamda, içeriklerinin dolaysızlığı, yani içeriksiz oluşları konusunda irrasyonel hiçbir şey yoktur."

Giovanni Hegel'in "oluş"u ilk bağımsız kategori olarak aldığını, "varlık" ve "yokluk" kavramlarının yalnızca "oluş"un soyutlayıcı anları olduğunu söylüyor. Yani Giovanni'ye göre Hegel, "oluş"a "varlık" karşısında bir öncelik tanıyor. "İrrasyonelliğin kaynağı "oluş" değil, daha ziyade "varlık"a kendi başına, "yokluk"tan ve ikisinin [varlık ve yokluğun] matrisi olan "oluş"tan yapılan bir soyutlama olarak muamele etme çabasıdır."

Bu, yalnızca düşmanlarından öğrendiğimiz Hegel figürüne neredeyse tümüyle karşıt bir duruş gibi göründüğü için şaşırtıcı oldu, ancak "irrasyonellik" teriminin de kullanıldığını not ederek devam edelim.

Giovanni'ye göre Mantığın gelişimi şu şekilde gerçekleşiyor:
1- "Tam olarak "oluş halinde" alındığında, varlık önce rapsodik olarak, yani niteliksel olarak bir "ne"de belirlenebilir, ardından başka bir "ne"de belirlenir ve bu şekilde devam ederken her bir "ne" asla tanımlayıcı [kesin] herhangi bir şeyi oluşturmaz. Mantıksal problem bu "neleri" bir arada tutmak, onlardan bir söylem yaratmaktır - aslında, oluş içinde mümkün olan ilk ve daha iyi çizilmiş bir birlik tanımı vermektir."

Birlik tanımlama isteğini de not edelim.

Giovanni, sonraki hareketi, kavramsal vurgunun bu "şeyin" "neliğinden", kendinde kalması, devamlılığı, yani süresi üzerine geçmesi olarak tanımlıyor. Böylece nitelikten niceliğe geçiş sağlanıyor. "Bu söylemin gerçekliği veya varlığın daha belirli kavramı ki bu da konusu oluyor, "nicelik" kategorilerine göre tanımlanıyor."

2- "Bu kategoriler, "nicelik" olarak "quantum" ve "ölçü"ye bölünüyor. Nicel olarak varlığın hem sürekli hem de ayrı parçalar olarak alınabilecek parçalardan oluştuğu söyleniyor. Bu parçalara "quanta" deniyor. Niteliksel hareket içinde olan "qualia"lar da aslında tam olarak bu nicelikselliğe geçişi sağlayan şeyler olmuştu. Ancak buradaki fark, bir varlığın belirlenimi için "nicelik" içinde en önemli olan şeyin, bu oyunun oynanma kuralı olmasıdır. Doğru: Dışsal hesaplamalara tabi tekil terimler olarak ele alındıkları ölçüde varlığı oluşturan "quanta", hesaplama amacıyla teker teker alınabilmesi için hala niteliksel olarak belirlenmiş olmalıdır. Yani, dolaysız olarak varsayılmalıdır." Böylece özsel olmayan bir seviyeye düşüyor çünkü kendine yalnızca nicelik diyalektiğinin sonucu olarak dönen, kendine gelen bir kategori oluyor.

Aslında bu çerçevede, yani Nietzsche çerçevesinde bu kısmı çok fazla uzatmaya gerek yok. Ancak bu noktayı, Bergson ve Hegel çerçevesindeki başka bir yazı için not alıp asıl konumuza geri dönelim.

Hegel, tekil terimler olarak "quanta"nın hala dolaysız bir niteliksel belirlenime sahip olduğunu söylüyor ancak önemli olanın, bu "quanta"nın içsel olarak herhangi bir dışsal müdahaleye direnç gösteren "ölçüsü" olduğunu belirtiyor Giovanni'ye göre. Bu dirençten dolayı nesnellikleri [objectivity] başka bir formel kendi içindelik, "kendi-içinlik" seviyesi kazanıyor. Giovanni, buna uygun olarak Hegel'in "ölçü" ile birlikte "niteliğe" bir dönüş olduğunu söyleyebildiğini belirtiyor, ancak ona göre bu dönüş büyük bir farkla gerçekleşiyor: Ölçünün içine giren terimlerin niteliksel farkları [ölçü için] bir kayıtsızlık konusu haline geliyor. Yani ölçü formunda, "varlığın" "nitelik" olarak sahip olduğu belirlilik "nicelik" tarafından yutuluyor ve "varlığın" kendisi dolayısıyla daha önce sahip olmadığı bir derinlik kazanmış oluyor. Şimdi işin içine tekrar giren "nitelik" mantıksal nesnenin sahip olduğu bu yeni derinliği temsil ediyor. Hegel'le birlikte derinlikten anlamamız gereken şey de kendi içindelik, bağımsızlık durumu. Bu aşamada, mantıksal nesne kendi olagelişinin dolaysızlığını açıkça içermeye başlamış oluyor ve bununla birlikte ileriye doğru yapılan "öze" geçiş de gerçekleşmiş oluyor.

Aslında bu kadar ileriye gitmemize gerek yoktu ancak düşüncesinin ruhunu kavramak değil belki ama, tadını biraz olsun alabilmek için biraz daha devam etmek istedik. Hegel'le birlikte hep bir rasyonalite, bir akıl alanında olduğumuzu unutmamamız gerekiyor. Giovanni'nin ısrarla belirttiği gibi söylemden hiç çıkmıyoruz. Çıkmadığımızı aklımızda tutmaya çalışırken bir yandan da hangi söylem, hangi akıl sorularını da sormadan edemiyoruz tabi.

Mantık, söylemin söylemi olarak tanımlanıyor (en azından bu önsözde). Her bir sete bir önceki set üzerinde düşünülerek gidiliyor. "İlerleme soyuttan somuta doğru oluyor, veya daha grafik biçimde söylenirse, anlaşılabilir akıl alanının ilk belirleniminden (sınırlarının çizilmesinden) onun hakkındaki tüm bir söyleme doğru." Hiçbir zaman söylemin içinden çıkmadığı için, "verili olma durumu" veya "gerçeklik" sistematik önemlerini yitiriyor, bunların yerine geçen vurgu "dolayımsızlık" oluyor. Belirli bir kategori setinin "das Rest"i, hala anlaşılır olmayan artık alanı, bir sonraki setin onu takip eden söylem türünü yöneten formun bir anı (momenti) olarak yeniden işin içine sokarak içine almak zorunda olacağı geri kalan alan, söylemin belirsizlik ölçüsü oluyor bu.

Yani, örneğin "nesnellik" derken kast edilen şey asla, genel olarak aşina olduğumuz ve akıl alanından bağımsız bir alan olarak tanımlanan şey değil. Giovanni, bunu Gegenstand ile Objekt arasındaki farkı vurgulayarak açıklıyor: Gegenstand, sadece temsil edilebilir olan konuyken (nesne), Objekt aktüel olarak temsil edilmiş konu (nesne) oluyor. Hegel'in fenomenolojisinde Objektivitat, Gegenstand'ın gerçeği, anlaşılabilir içeriğiyken,
Mantığındaysa, bir Gegenstand veya konu (veya nesne), herhangi bir Gegenstand'ın Objektivitat'ının kendisi, veya genel olarak anlaşılabilirlik olasılığı olarak ele alınıyor. Temsil veya anlaşılabilirlik alanındayız hep.

Mantığın ilerlemesindeki her ileri hareket aynı zamanda bir gerileme de, çünkü herhangi bir aşamada belirlenerek açımlanan şey, bir önceki aşamada halihazırda üstü kapalı işlemekte olan anlaşılabilirlik koşullarından, yani spesifik objektivitesini fiilen mümkün kılan koşullardan oluşuyor. Yani en sonunda, "fikrin fikrinde" tüm bu koşullar tümüyle açımlandığında, mantıksal olarak anlaşılan şey, başından itibaren deneyimde işlemekte olması gereken zihinsel tavır, rasyonalite olacak.

Buralarda daha fazla kaybolmadan Hegel'in çok bilinen belirlenim sürecine, Stimmung'a geri dönelim. Doğrusu henüz Mantığı okumaya bile başlamamışken, buna uygun bir alıntı bulmamız mümkün olmadı ama genel olarak (en kötü felsefe şekli, evet) bildiğimiz kadarıyla varlık yokluktan kendini ayırarak belirlenim kazanıyor. Diyalektik süreçte sürekli bir karşıtlık durumu söz konusu. Varlık yokluğu karşısına alıyor ve tersi vs.

Aslında burada Nietzsche'deki ruh tonalitesinin, bir Stimmung'un nasıl bir düşünce haline geldiği, yüksek bir ruh tonalitesinin yani Hohe Stimmung'un, nasıl en üstün düşünce haline geldiği konusunda Klossowski'nin maddeler halinde çıkardığı gelişim sürecine çok benzer bir resim görmekteyiz:

"a) Ruh tonalitesi bir yoğunluk dalgalanmasıdır;
b) Ruh tonalitesinin iletilebilir olması için, yoğunluğun kendini nesne olarak alması ve böylece kendi üzerine dönmesi gerekir;
c) Yoğunluk, kendi üzerine dönerek, kendini yorumlar: Ama kendini nasıl yorumlayabilir? Kendisine karşı bir denge oluşturarak: Bunun için yoğunluğun bölünmesi, kendisinden ayrılması ve yeniden birleşmesi gerekecektir; nitekim yükseliş ve düşüş anları olarak adlandırılabilen anlarda yoğunluğun başına gelen budur; bununla birlikte her zaman aynı dalgalanma söz konusudur: somut anlamıyla buna dalga diyelim (geçerken, Nietzscheci tefekkür için denizin dalgalarının görünümünün önemini anımsayalım [...]"

Nietzsche'deki yoğunluk dalgalanması Hegel'in mantığına fazlasıyla benziyor gibi görünüyor. Özellikle Nietzsche'nin diyalektiğe ve diyalektikçiye olan nefreti göz önüne alındığında bu oldukça tuhaf bir karşılaşma halini alıyor. Ancak burada "ruh tonalitesinin iletilebilirliğinden" bahsedildiğini (ki bu da başka bir yazının konusu olabilir: İletilebilirlik ne demek olabilir? Metafizikle nasıl bir ilişkisi vardır? vs.) not alıp takılmadan devam edersek, belki de en başından beri var olan Nietzscheci eğilimi Hegelci eğilimden ayırabiliriz (evet, Hegel'le birlikte rasyonelitenin değil belki ama farklı bir eğilimin - istencin - en başından beri var olduğunu söylüyoruz; ikisinin kurguları arasındaki farkı yaratan da budur bizce).

"d) Ama bir yorumlama bir anlam araştırmasını varsayar. Yükseliş ve düşüş: Bunlar adlandırmalardır,başka hiçbir şey değil. Bu yükseliş ve düşüş saptamasının ötesinde bir anlam var mıdır? Yoğunluğun yoğunluk olma dışında bir anlamı yoktur. Yoğunluğun kendi içinde hiçbir anlamı yokmuş gibi görünüyor. Anlam nedir? Ve nasıl oluşabilir? Anlamın etkeni nedir?
e) [...] eğer yoğunluğun yoğunluk olma anlamı dışında kendiliğinden hiçbir anlamı yoksa, ruhun şu veya bu tonalitesi olarak kendini anlamlandırmak olan anlamın etkeni nasıl olabilir? [...] tam da yeni bir dalgalanmanın içinde kendine dönerek! Yoğunluk bu çalkalanmanın içinde kendini yineleyerek ve kendini taklit ederek bir gösterge haline gelir;
f) Ama bir gösterge öncelikle bir yoğunluk dalgalanmasının izidir: Eğer bir gösterge anlamını koruyorsa, bunun nedeni yoğunluk derecesinin göstergeyle örtüşmesidir; gösterge, ancak, bir şekilde ilk iziyle birleşen belli bir tarzdaki yeni bir yoğunluk akımı dolayımıyla anlam ifade eder;
g) Ama bir gösterge yalnızca bir dalgalanmanın izi değildir: Aynı zamanda bir yoğunluk eksikliğini belirtebilir ve tuhaf olan şey, yalnızca bu eksikliği göstermek için burada hala yeni bir akımın gerekli olmasıdır.
[...]
İçinde yoğunluğun kendini ifade ettiği adlandırımlar, dalgaların tepesine çıkan ve orada yalnızca köpüklü kabarcıklar bırakan şekiller gibidi. Ve burada buna düşünce diyoruz: [...] anlam ancak akımla var olduğu için, gösterge yoğunluk dalgalanmasının doruk noktasına ulaşsa da, kendini üstünü örttüğü devingen uçurumlardan hiçbir zaman tam anlamıyla kurtaramaz. Her anlam, anlam üreteci Kaos'un işlevi olarak kalır."

Gayet mütevazi, öyle değil mi? Hegel'de yaşamın söylemini düşünen akıl alanı nerede, Nietzsche'de dalgalanmalara maruz kalan, yalnızca yüzeydeki geçici şekillerde kendini ifade eden akıl ve "her şeye rağmen her zaman değişken olan bir dalgalanma izinden başka bir şey olmayan gösterge olarak" "ben öznesi" nerede... Nietzsche için "ben"de kendini düşünen yaşam, ancak bir izi biçiminde oluşturuyor "ben"i... Bu izi, en yüksek dalgalanma seviyesini belirten Hohe Stimmung'u değil de belirlenim çağrısı anlamındaki Bestimmung'u gerçekliğin ilkesi olarak temele koymak... işte Nietzsche'nin diyalektik nefretinin kökü burada. Nietzsche'nin eşek, deve, cüce gibi binbir türlü şekilde ifade ettiği varlık seviyesi, yoğunluk derecesi (örneğin, diyalektiği en mutlak gerçek gibi görüp orada kalan kişi) olageliş halinin izlerinden başka bir şey olmayan artıklarını gerçeğin kendisi gibi üzerine alarak yaşam olanaklarını sınırlayan bir illüzyonu devam ettirmekten (göstergenin nasıl oluştuğunu hatırlarsak, o yoğunluk derecesindeki izi derinleştirmekten) başka bir şey yapmıyor kısaca. Yaşama karşı işlenen bu suça duyulan nefret, tüm şiddetiyle Nietzsche'de vücut buluyor... İşte Nietzsche insanı böyle harekete geçiriyor, amiyane tabirle gaza getiriyor aslında. :)

Hegel'de tüm bir evrenin adeta bir insan zihninin yansımasıymış gibi ele alındığı hissine karşı, Nietzsche'de tam tersine insan zihnine dair her şeyin tüm bir evrenin sayısız yansımalarından biriymiş gibi ele alındığı hissi uyanıyor. Aslında Hegel'e Nietzsche tarafından yapılan en önemli eleştiri de bu olsa gerek. Tepkisel kuvvetler tarafından yorumlanan bir evren. Sonuçların sebeplere dönüştürüldüğü, tümünün temeline gerçekte bir yansımadan başka bir şey olmayan düşünce imajının koyulduğu bir zihin.
Hegel'in yarattığı his baştan bir sıkışmışlık hissi, sanki bilinmesi gereken bir şeyler varmış da bilinmiyormuş hissi, çocuklukta hissedilen enigmalar gibi... Nietzsche'de de elbette sıkıntılar, acılar, buhranlar var; ancak bunlar yalnızca sonsuzca değişim içinde olan dünyada, o değişimin, sürekli oluş halinin gerçekleştiği yerde durmanın zorlu gayretinden kaynaklanıyor. Virtüelin aktüele dönüştüğü yerde durmaktan. Bir eksiklik değil, aksine bir fazlalıkla başa çıkmaya çalışmanın insanın ruhunu istila eden hali...

Yeni olanın ya keşfedildiğini söyleyeceğiz Hegel gibi ya da Nietzsche (ve Deleuze) ile birlik olup yaratıldığını savunacağız. Bir tarafta bir mutlakta birleşen bir düşünce ve nesne dünyası imajı var sanki, diğer tarafta zaten hiç ayrılmamış olan bir temel birlik, içinde kaosun kol gezdiği bir evren olarak bir birlik, tek anlamlılık anlamında bir birlik var. Daha doğrusu içi dışı olmayan bir sürecin, bir oluşun tek anlamlılığı.
Hegel söylemsel olanın dışına hiç çıkmıyoruz diyor, ama bunu derken söylemselin dışında bir gerçeğin olduğunu da ima etmiş oluyor. Kant'ın kendi-içinde-şeyi, yalnızca bir dolayımsızlık olarak Kant'ta bile hala sahip olmaya devam ettiği potansiyelini yitiriyor. Kendi içine dönen etkin kuvvet, kendi yapabileceklerinden ayrılıyor böylece. Tepkiselleşiyor. Kötü vicdanın ilk özelliğinin tanımı: "Kuvvetin içselleştirilmesi yoluyla acının çoğaltılması..."

Hegel'le sanki baştan bir ayrımı kabul ediyoruz ve bunu yalnızca dünyayı sonradan birleştirmek için, hatta bu birleşimi de yalnızca söylemsel olanın lehine yapmak için yapıyoruz... Evet, doğada başından böyle bir kapasite olmasa, sonunda da buraya gelinemezdi diyor Hegel. Ancak neden milyonlarcası arasından yalnızca bu kapasiteyi doğanın gerçek özünü ortaya çıkaracak kapasite olarak aldığı da (belki de cahilliğimizden dolayı) meçhul kalıyor bizim için. Hangi kapasite, hangi doğa, hangi özgürlük...?

Aslında tüm sorun özgürlük kavramından ortaya çıkıyor gibi görünüyor. Hegel, doğanın insan faaliyetlerinde kendini düşündüğünü ve kendine döndüğünü söylerken doğanın (hangisi?) tarafını tutuyor gibi görünüyor, bizim kafamızda muktedir bir insan figürü canlanıyor, ama bu insan figürü tam da çok aşina olduğumuz bu dünyada yükseliyor. Giderek kafası da genişliyor sanki. Sonunda yeryüzüne hapsolmuş bir ucubeye dönüyor. Oysa Nietzsche'yle birlikte başı sonu olmayan sayısız evrenlerin dans figürleri canlanıyor kafamızda. Özgürlük kendini insan olmaya hapsedip tek bir yaşama mahkum kalmak değil, tersine kendin olduğunu düşündüğün her ne varsa bir kenara bırakıp, evrenlerin müziğiyle dans etmekte... Sonsuza kadar dans edebilmek için şimdiye kadar olmuş her şey ve herkes olmakta... Sürekli dönüşmekte... Yüksek ruh tonalitesinin içeriği, yani yoğunluğunun özü bu özgürlükte saklı...

Tüm akıl oyunlarından öte bir felsefi düşünceyi doğru biçimde değerlendirmenin tek yolu size ne yaptığına bakmak aslında. Hegel okurken içiniz sıkılıyorsa, ama Nietzsche'yle birlikte içinizden masadan kalkıp açık havada kısa bir yürüyüşe çıkmak geliyorsa yanıtınızı çoktan vermişsiniz demektir.