24 Şubat 2017 Cuma

Haberci

Hep bir başlangıcın imkansızlığı, bir bitişin gerçek dışı boşluğu, bir ortanın dilsizliği...

Dilimi yuttum, ağzım şişti. Yutmak değil kesip atmak gerekiyordu demek ki... Kesip atınca yokluk acımıyor mu sanki? Kendimi içinde bulacağım o mesafeyi de kaybettim. Sadece anlamsız bir düşüş var sürekli. Başı sonu olmayan istemsiz bir hareket. Zeminsiz bir sürükleniş.

Yazmaya mecburum ama ne yazacağımı bilmiyorum. Dil her yöne doğru uzaklaşıyor, ufalanıyor, parçalanıyor, bazen eriyor, bazen sıvılaşıp akıyor parmaklarımın arasından. Bazen bakıyorum parmaklarım da onunla birlikte sıvılaşıyor, kağıda damlıyor. El bile elle tutulur değil artık. Sanki daha önce elle tutulur olduğu bir zaman vardı; çok eski, hiç yaşanmamış bir geçmiş belki... Varlığına inanmadığım anılar içinde görüyorum ellerimi. Sonra o eller bir çuvalın ağzını bağlıyor boğaz köprüsünde, çuvalı aşağı atıyor, içinde ben varım. En azından bu düşüşün bir sonu var. Az sonra karanlık ve soğuk sularda son bulacak her şey.

Ne kadar sürüyor ölmek? Endişeyle merak ediyorum. Ya o dehşette takılıp kalıyorsa insan? Leibniz bunu mu demek istemişti acaba insanların ölmeden önce ne kadarlarsa sonsuza kadar öyle kaldıklarını söylerken? Belki böyle bile dememişti. Şimdi düşerken zaman ne kadar uzuyorsa o kadar spekülasyon yapıyorum. Hala henüz olmamış, ancak olacağı kesin bir şeylerin endişesi... Ölürken bile banallikten kurtulamıyor insan. İnsanların gözlerindeki banal vahşilik örneğin; yabancılığın değil yamyamlığın banalliği. Ellerimde de aynısını gördüm çuvalımı bağlarken. Parçalanmaktan mı kaynaklanıyor bu şiddet? Bir araya gelmek için bu kadar uğraşıp toplanınca birbirini parçalamak ne demek?! Nerede bir insan topluluğu görsem korkuyorum bu yüzden. Her birinin kendine özgü bir ritüeli var. Öğütme, pişirme, salamura yapma... Hep bir çeşit parçalanmayı gerektiriyor ama. Ben hep direndim parçalanmaya. Belki de ondan sonunda kendi kendine ayrıldı ellerim benden. Parçalanmaya direnip insan dünyasında kalmayı sürdüremez kimse çünkü. İnsan dünyası da umrumda olmazdı aslında o olmasaydı. Dilimi yutmam, ellerimi kaybetmem hep onun yüzünden. Anlatmaya, onu tutmaya çalıştım. Beni parçalama diye çok yalvardım. Olmadı. Sıvı hale, gaz hale geçtim. Yine kurtulamadım. Oysa o sadece bir haberciydi. "Parçalanacaksın," dedi ve arkasını dönüp gitti. Haberciden kaynaklanıyordu haber. Haberciyi ikna etsem gerçek değişecekti. Ama o kendisinin yalnızca bir haberci olduğuna inandığından, ne onu ikna edebildim ne gerçeği değiştirebildim. Üstelik kaç zaman önce hiçbir habercinin yalnızca haberci olmadığına ikna edilemeyeceğini de öğrenmiştim. Kim bilir daha önce kaç tanesine ısrarla "haber sensin!" demiştim. Karanlık kadar ikna edici değilim ne yazık ki...

Numen oranım fazla mı kaçmış nedir? Az sonra daha önce kim bilir kaç ölüyü ağırlamış olan boğazın sularında tüm oranlarım dağılacak asla bir hayal-ete dönüşmemek üzere. Belki cıvık-mantarlara katılırım ama. Kim bilir...

Hiç yorum yok: