Tekdüzeliğin ağırlığı en çok bu sahil kasabasında
hissediliyordu, öyle ki yerçekimi boyun eğerek yerini bu ağırlığa
bırakmıştı. Boyun eğmek lafın gelişi-insanın görüşü tabi; aslında yalnızca, sanılanın aksine değişmez olmayan doğa kanunlarının olağanüstü koşullar altında
eğilip bükülmesi söz konusuydu. Bu küçük kasaba, dünyanın kütle kuvvetini dahi
kendi merkezine çekebilecek kadar güçlü bir tekdüzelik ivmesi üretiyordu, dünya
da onu kendi kuvvet alanından ayırıp bağımsız kılarak kendini koruyordu sadece.
Yani dünyayla bu kasaba arasında bir kuvvet çatışması değil, bir kuvvet
ayrışması yaşanıyordu. Kuvvetler de sanılanın aksine her zaman çatışmazlar.
Birbirlerinin içine girer, çıkar, kopar, kesilir, ayrışırlar. Hatta kuvvetlerin
en çok yaptığı şeydir ayrışma. Ama bütünleştirmeyi huy haline getirmiş insan
duyularının gözlemleyemeyeceği boyutlarda gerçekleşir bu genelde. O yüzden
varlığına inanılmaz. Bu kasabada da inanılmıyordu. Zaten fiziksel kuvvetler de
kahvede herhangi bir zamanda konuşulmuş bir konu olmamıştı.
Kasabada yaşayan insanlar durumlarının istisnailiğinin
farkında değildi, çünkü pratikte onlar için değişen pek bir şey yoktu. Yalnızca
nadir de olsa dışarıdan gelen insanları gördüklerinde onlara kıyasla oldukça
tıknaz ve eciş bücüş olduklarını fark etmeleri beklenebilirdi, ama bu da gerçekleşmiyordu
çünkü kasabalılığın kazandırdığı doğal algı için tuhaf olan her zaman dışarıdan
gelenlerdi. Dışarıdan gelenlerse kasaba sınırlarından girer girmez önce bir ağırlık
altında sersemliyor, sonra bunun deniz-güneş-kum üçlüsünün yarattığı tatil
atmosferinden kaynaklandığını düşünüp fazla sorgulamıyorlardı. Kaldıkları süre
de kısa olunca bu olağanüstü olayın her an gerçekleştiğinin herhangi biri
tarafından fark edilmesi mümkün olmuyordu.
Ahmet de doğma büyüme buralıydı ama kendini bildi bileli onu
çevresinden ayıran bir şeyler vardı. Hemen göze çarpan farklılığı diğerlerine
kıyasla güzel olmasıydı. Ne diğerleri gibi tıknazdı, ne de eciş bücüş. Hatta durgun
bir göl gibi sakin bir hüzünle parıldayan gri gözleri, çıkık elmacık kemikleri,
tam ortada boyun eğmeyen bir asaletle duran hafif kemerli burnu ve ince çizgilerden oluşan
yara gibi ağzıyla yüzü oldukça etkileyici sayılabilirdi. Yüzünden aynı anda hem
hüzün hem huzur akıyor, bir yandan da alttan alta durdurulamaz bir kaynaşma
okunuyordu. Ama tabi dünyanın en olağanüstü olağanlığının yaşandığı ve şiirin
tanınmadığı bu kasabada büyüdüğü için kendinde ancak bir tuhaflık, bir
uyumsuzluk hissedebiliyordu. İçinde onu iten, harekete geçiren bir şeyler vardı
ama dünyasında buna karşılık gelen hiçbir hareket yoktu. Sürekli içten içe
kaynıyor ama bir şey yapamıyordu. Aslında her şey tekdüzeliğin kuvvetinin içine
sızan başka kuvvetlerin etkisinden kaynaklanıyordu.
Dünyalar – bu kasaba da bu anlamda bir dünyaydı - kendi
bütünlüklerini korumak için savaşırken evrenlerin savaşının doğası bambaşkadır.
Mesela dünya kendi bütünlüğünü korumak için bu kasabaya kuvvetsel bağımsızlığını
vermiş, bu da bu kasabanın kendi bütünlüğünü oluşturmuştu. Dünyaların savaşları
çok karmaşık değildir. Biri diğerini yok eder veya biri ötekinden ayrılır veya
biri başkasıyla birleşir... Hangi dünyanın ne yaptığını takip etmek kolaydır
çünkü kuvvetsel bütünlüklerini, yani kimliklerini ya da kendilerine has
renklerini yok olana kadar korurlar. Ama evrenlerin savaşında kuvvetler
dönüşüme uğrar, karmaşıklaşır, içsel olarak çoğalır, yani lafın gelişi-insanın
görüşü olgunlaşırlar. Dünyalar düzeyinde bazı savaşlar biter, başka savaşlar
başlar ama evrenler düzeyinde başı sonu, içi dışı, ucu bucağı olmayan tek bir
savaş söz konusudur.
İşte Ahmet’in içine çocukluğunda kimbilir hangi yolla sızmış
olan da bu evrenler savaşının kimbilir hangi kuvvetleriydi. Belki bir gece
evinin bahçesinde yıldızlı gökyüzüne bakarken çarpılmıştı onlara, belki gözleri
gri olduğundan... Bilinmez. Ama sızmışlardı bir kere ve bu sızıntı onu
kendisinden çok daha büyük ama ancak kendisi kadar gerçekleştirebildiği sonsuz
bir hareketin - bu durumda bir kıvranışın - parçası haline getirmişti. Evet, varoluşu
kelimenin tam anlamıyla bir kıvranışa dönüşmüştü o andan itibaren.
Tabi Ahmet'in aklına hiç böyle şeyler gelmemişti. Böyle
şeyleri düşünmesine de gerek yoktu zaten. Sadece bir şeyler yapmalıydı.
İçindeki hareketten kurtulmak için ona bir gerçekleştirme biçimi gerekiyordu.
Ne yapmalı diye düşünürken aklına limon ağacı yetiştirmek geldi. Bu kasabada
yetişmeyen tek türün narenciye olduğunu herkes bilirdi. Bunun asıl sebebi narenciyenin ve özellikle de limonun tekdüzeliğin ağır kuvvetini kaldıramayacak kadar hassas olmasıydı; ama tabi bitkilerin hassasiyeti mefhumu da, yaşamın yaratıcı güçlerinin izlerini taşıyan diğer pekçok mefhum gibi bu kasabanın varoluş seviyesini aşan bir şeydi. Tam da bu sebeple, yani burada yetiştirmesinin imkansız olduğu gerçeğinden yola çıkarak bir
limon ağacı dikmeyi kafasına koydu. Bu göründüğü kadar sıradan bir girişim
olmadığı için uygulama yöntemi de sıradan olmadı. Aslında işin içinde bir ağaç dikmekten çok daha büyük hesaplar, evrenlerin hesapları vardı. Bu hesaplar
hiç de insani olmayan hesaplar olduğu için, kendinden çok daha büyük bir hareketin
kurbanı olduğu için ve mantık en zayıf halinde her şeye gerekçe yaratabilen bir
güç olduğu için, işe tek katlı evinin zeminini kırarak başladı. Madem limon dışarıdaki bahçede yetişmiyordu, onu evin içine dikecek, tüm uygun koşulları oluşturacak ve meyve verene kadar gözü gibi bakacaktı.
Bütün kasabanın, hatta dünyanın geleceği bir limon ağacına
bağlıydı şimdi. Ama
limon fidanı ilk diktiği yeri, yani güney cepheli salonu sevmedi. Gördüğü
özenli bakıma rağmen bir süre sonra kurumaya başladı. Ahmet vazgeçmedi,
vazgeçemezdi. Ona, her şeyi çepeçevre saran sıradanlığın içinde zavallılığa dönüşen içsel hareketine, özünün izine, izinin duygulanımına katlanma gücü veren tek şey bu limon fidanıydı şimdi. Güneybatı cepheli odanın da zemini kırarak bu sefer fidanı oraya
dikmeyi denedi. Bu arada işi gücü bırakmış, günlerini fidanla ilgilenerek geçirmeye başlamıştı.
Annesi, kızkardeşi onun için endişeleniyor, kasabada delirdiği konuşuluyordu. O hiç umursamadı, çünkü limon ağacında kendisi de dahil kimsenin anlamadığı,
anlayamayacağı daha önemli bir şeyler vardı. Günler ayları, aylar yılları
kovalarken evin zeminindeki beton tümüyle kırılmış, duvarlar da sallanmaya
başlamıştı. Annesiyle kızkardeşi bu sırada içinde yaşanılabilirliği kalmayan evden
çıkarak dayısının yanına taşınmış, onu çok sevgili ağacıyla yalnız bırakmışlardı.
Fidan da sanki yalnızca tüm bu gayretleri boşa çıkarmamak için kendini
zorluyormuşçasına biraz büyümüştü.
Ahmet’in düşünmesine gerek yoktu demiştik ama böyle anormal bir hareketi neden yaptığını anlaması için belki de biraz düşünse iyi olurdu. Tekdüzeliğin ivmesinden kurtulmak için onu kırmalı, ondan daha büyük bir ivme yaratmalıydı. Evin zeminini kırdıkça tekdüzeliğin sonsuz hızlı hareketini kesintiye uğratıyor, kasabanın fizik kanunlarında giderek genişleyen bir çatlak yaratıyordu. Kasabayı ıraksayan dünya onu yeniden içine katmak için harekete geçmeye başlamıştı daha ilk darbede. Bu ev kasabanın dünyası için bir karadelikti. Karadeliğin merkezinde de bir limon ağacı duruyordu. Ahmet limon ağacına yaklaştıkça hafifliyor, uzaklaştıkça ağırlaşıyordu. Ağaç binbir güçlükle kök saldıkça kendi toprağının kırılgan dengesini çatlatıyordu.
Yıllar sonra bir gün, yine fidana bakarak geçirdiği
saatlerin kimbilir kaçıncısında kasabanın yeryüzü, dengesinden çatladı. Limonun kökü o fark edilemez sınıra bir anda erişmiş, kasabanın tekdüzelik ivmesi bir anlığına kesintiye uğramıştı. Açılan görünmez çatlaktan inceden bir ıslık sesi duyulmuştu.
O günden sonra Ahmet’i gören olmadı. Sanki yer yarılmış
içine girmişti. Kayboluşunu alıp başını dağlara gittiği, kasabadan ayrılıp şehre kaçtığı, kendini öldürdüğü ya da isimleri söylenmeyen üç harflilere karıştığı gibi birçok rivayet izledi. En popüler olan sonuncusuydu tabi. Arada sırada çoğu yıkılmış eski evden duyulan ince ıslık sesi
de, kasabada çocuklara bir korku hikayesi olarak anlatılan bu üç harfliler rivayetini desteklemek için kullanıldı. Oysa o belli belirsiz ıslık sesi, tekdüzeliğin kuvvetlerini alt ederek başka evrenlere giden bir kapı açan Ahmet'in iziydi yalnızca. O yok olmamıştı, hatta yok olmamayı garantiye almıştı. Bu öykü aslında bir başarı öyküsüydü, inatla özünün izini izleyip kendini oluşturan kuvvetlere karışmayı başarmanın ve böylece bir evrene dönüşerek evrenlere katılmanın öyküsü. Ve kasabalı bu öyküyü nasıl korku dolu anlatırsa anlatsın, her nesilde öykünün özünü belli belirsiz hisseden ve kasabanın tekdüzelik kuvvetlerini az çok tahrip eden birkaç güzel çocuk çıkmaya başlamıştı.
x
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder